Akrabalarla bir araya geldiğimiz bir yerde, genç kardeşlerim bana; Aydın Hocam, yeni kitap ne zaman diye sormuşlardı. Ben de ‘yakında’ demiştim.
Yanımda oturan yaşlı ve kibirli bir akraba bana:” Aydın, sen yeni kitap yakında diyorsun da araban yine eski araba ama!” dedi. Bir an durakladım, yemin ederim, ne kastettiğini önce anlamadım. Sonra bende jeton düştü. Bu amcanın tek ölçütü para olduğu için, benim genç kardeşlerime yanıt verirken, yeni kitabım çıkacak dememi, şimdi yine para kazanacağım gibi algıladığını anladım. Genç arkadaşların tavırlarıyla da olay böyle netleşince, yanıt vermede zorlandım. Beni ilgilendiren ruhsal zenginlik, ahlâk, moral dedim; ama adamın o lanet, kuşkulu bakışlarını da hiç unutmadım! Yani gelir yoksa ne diye yazılıyor? Bizimkisi de eski köye yeni adet misali. Yazıp çizme, birçok insanımız için ne yazık ki aykırı bir eylem olarak görülüyor. Bir de bizim bazı insanlar, yazarlığı köşe dönme olarak algılıyorlar. Yani televizyonlarda yurdumun büyük yazarlarını, gerçek yazarlar değil, sosyete pisliklerini görüyorlar ya anladıkları ne yazık ki o. Bu ülkenin yayın dünyasının burnu kalmamış ki yansın diyeyim! Evet, kızgınım; beş para etmez kitapların, yayın tekellerince, yüz bin adet basılıp genç kuşaklara kitap diye yutturulması ağrıma gidiyor! O yaşlı, kibirli ve tek ölçütü para olan amca da bu kadar çok parası varken niye arabasını yenilemiyor diye yargılıyordu beni! Çünkü benim çok kazandığımı düşünüyordu! Belki de insanların bana olan sevgi ve saygılarını, bu herhalde paralıdır da ondan diye yorumluyordu! İşin doğrusu, zengin bir havam da var gibi! Ve bundan zerrece de yakınmıyorum, olsun! Şiir kitapları çıkıyor, romanı yeni baskılar yapıyor, gazetede de yazıyor, bu adam astronot olmuş herhalde diye düşünüyordu! Benim kendi payıma, maaşımdan başka hiçbir gelirim yok. Bizimkisi, bir nevi, amme hizmeti! Üstelik birçok yazan- çizenin; onca emeğinin üzerine bir de para verip kitap basabildiğini nereden bilecek? O, bütün yazan-çizenleri; gelişmiş, özgür ülkelerde, sınıf atlayan yazar-çizerler gibi algılıyor! Ben, hiç olmazsa kitaplarımın üstüne para vermiyorum. Yayıncımın telif hakkı olarak verdiği kitapları da çevremdeki bir iki dost satıp afiyetle yedi! Onların, belki daha çok ihtiyaçları vardı, olsun! Yani dostlar; kuyruğu dik tuttuğumuzdan ötürü birçok kişi, köşeyi döndüğümüzü sanıyor!
İnsanların, korkudan birbirlerinden gözlerini kaçırdıkları 12 Eylül cehenneminden geçmiş biriyim. Dostluğun da, düşmanlığın da ne olduğunu bilirim! Benim de, bizim kuşağın da ilişkileri asla para üzerine değildi ve değil de! Sevmediğim bir adamın bankası bile olsa izin vermem bana bir çay ısmarlamasına! Belki yoksul büyüdüğümden belki de kişisel duyarlılığımdan, oldum olası para ve makam sahibi insanlardan uzak kaçarım! Allah mezarımı bile uzak tutsun onlardan! Zaten uzak da olacak! Evet, bu yazıyı lütfen yakınma olarak algılamayın! Sadece bu konudaki gözlemlerimi yazma isteğim kabarmış nedense! Ve bazı basit, ama acı gerçekleri açığa çıkardığı için de yazdım.
Adam diyelim o da, eşi de çalışıyor ve bana içini döküyor, zor geçindiğini söylüyor! Yerden göğe kadar haklı, tamam. Sonra bana: “Hocam sizin durumunuz iyi, biz iki çocuk okutuyoruz, bizim durumumuz kötü!” diyor! Yemin ederim aynen böyle diyor! İşte o zaman kafamın tası atıyor! Yavrucuğum; sen iki çocuk okutuyorsun da ben iki çocuğumu tarla da mı otlatıyorum? Siz iki maaşlısınız, üstelik biz tek maaşlıyız! Yavrum; yoksa benim geceleri soyguna falan çıktığımı mı sanıyorsun? Hayır, hayır! Kimseye bunları demedim, demem de! Belki anlayana bakışlarım bunun bin beterini söylemiştir de! Zaten anlayacak biri olsa benimle böyle konuşmaz ki! Yahu, beni tanıdıkları halde böyle konuşuyorlar ve ben kendimi bildim bileli okuyan bir insan olduğum halde bu yaklaşımı yorumlamakta zorlanıyorum! Niçin böyle davranıldığını anladığım kadarıyla söylemiş olayım. Diyelim her sene tatile gidiyoruz. Erken rezervasyonla bir hafta, bilemedin on gün, güzel bir yerde ve güzel bir otelde ağız tadıyla tatil yapıyoruz! (Laf aramızda, ödemeleri aylara yayıyoruz.) Bir iki fotoğrafı da paylaşıyoruz. Yaşamasız insanlar arasında öldürülmediğimize şükredelim!
Kanlı 12 Eylül, öğretmenliğimi gasp etmişti! Ankara’ya bunun için gitmiştim. Zulüm, gözü kanlıydı! Elim boş dönmüştüm! İşte o günlerde Adnan Satıcı’yla Toplum Kitabevine, Remzi (İnanç) Abinin yanına gidiyorduk. Güzel şairimiz, büyük şairimiz Hasan Hüseyin’le rastlaşmış ve Kızılay’da oturmuş, bir çay içmiştik. Hasan Hüseyin’in, benim öğretmenliğimin verilmeyişine yaptığı ironi muhteşemdi: Aydın, sen hem devrimci hem şair hem de öğretmensin. Asmalı ulan seni, asmalı!
Dışarıdan misafirlerim gelmişti. Misafirlerim beni bir kafeye yönlendirdiler! Orada onları bekleyen arkadaşlar vardı. Kalkınca ben her zaman olduğu gibi hesabı hemen kaptım. Sevdiğim bir şeydir ve zevkle de yaptım. Sonra orada olan bir vatandaş, ısrarla bizi yemeğe sürükledi. Akşam zaten biz misafirlerle evde yemeğe oturacaktık. Eşim bu konuda titiz ve maharetlidir. Bizimkiler de bu davete uyunca ben öyle gönülsüz, arkalarından sürüklendim. Bizi bir kuruma da götürdüğü için orada pos cihazı da yoktu! Yemek sonrası kalkmada ağır davranılması, öyle canımı sıktı ki! Kartla ödeme yapılabilse hemen fırlar, öder gelirdim de canımın sıkılmasının önüne geçerdim! Ben asla ödeme yapamayacağım bir yere girmem! Bak işte canımı sıkan ve unutamadığım basit bir olay! Ah, şairin dediği gibi: “ Gel otur yanıma/ Ve anlat başımızdan geçen basit şeyleri!”