Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Vahap Coşkun, referandum sonrası bölgedeki gelimlerden AK Partili siyasilere dönük suikast eylemlerine, CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun “Adalet yürüyüşü” ve HDP’nin bu yürüyüşe desteğine, IŞİD sonrası Suriye’nin yapısından Türkiye’nin Afrin’e olası müdahalesine ve Katar krizinden Kürt Bölgesel Yönetiminin bağımsızlık referandumu kararına Türkiye’nin yaklaşımına bir dizi konuda önemli değerlendirmelerde bulundu.
Referandum sonrası bölgedeki gelişmeleri nasıl okuyorsunuz?
‘Referandumdan sonra beklenen veya umulan bir rahatlama gerçekleşmedi’
Referandumda bölgede “evet” oyunun öngörülenden yüksek çıkması bir beklenti oluşturdu. Hatta bunun yeni bir çözüm sürecine kapı aralayacağı umut edildi. Ancak bu beklenti gerçekleşemedi.
Neden?
Çünkü tekrar bir müzakere sürecinin başlaması Türkiye içindeki gelişmelerden ziyade sınırların ötesindeki gelişmelere bağlıydı. Bilhassa Suriye sahasında herhangi bir değişiklik olmadan tarafların pozisyonlarında radikal bir değişikliklere gitmesi imkan dahilinde değildi. Nitekim böyle bir değişim de olmadı.
Mevcut tabloyu nasıl yorumlamak lazım?
Halihazırda devletin PKK’ye karşı yürüttüğü topyekun mücadele stratejisi –referandum öncesinde olduğu gibi- referandum sonrasında da devam ediyor. Bir taraftan şehirlerde ve kırsal alanlarda PKK’ye dönük askeri operasyonlar yoğun bir şekilde sürerken, diğer taraftan da siyasal alan kontrol altında tutulmaya çalışıyor.
Peki, PKK’nin tavrı bilhassa PKK’nin AK Partili siyasetçilere yönelik eylemlerine ne diyorsunuz?
‘Kabul edilebilecek hiçbir tarafı yok’
PKK’nin, devletin topyekun mücadelesi karşısında düştüğü sıkışmışlığı aşmak ve kendini duyurmak istiyor. Bu çerçevede yapabileceği en rahat iş, sivil siyasetçilere saldırmak. Zira bu insanlar her daim toplum içindeler ve herhangi bir korumaları da yok. Dolayısıyla PKK, onlara yönelik eylemleri rahatlıkla gerçekleştirebiliyor. Bir diğer neden is, PKK’nın toplum üzerinde korku atmosferini sürekli hâkim kılma çabasıdır. Öteden beri PKK’nin bu tür eylemleri yapmaktan imtina etmemiştir.
Bunlardan bir sonuç alabilir mi PKK?
Hayır, daha önce de bir sonuç alamamıştı, bundan sonra da alamaz. Toplumun lanetlediği adi cinayetler bunlar; kabul edilebilir hiçbir yönü yoktur. Diyarbakır’daki bütün sivil toplum kuruluşları bu cinayetlere karşı durdular. Çünkü bu tür eylemler çatışmayı derinleştirmekten ve demokrasiden daha uzaklaşılmasından başka bir sonuç üretmiyor. Bir kısır döngü bu ve en çok da Kürtlere zarar veriyor.
CHP’li Enis Berberoğlu’nun tutuklanmasının ardından CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu öncülüğünde başlatılan “Adalet yürüyüşünü” nasıl değerlendiriyorsunuz?
‘Dokunulmazlık milletvekillerini koruyan bir kalkandır’
Süreci biraz eskiye giderek ele almak gerekir. Maalesef Türkiye’de muhalefet partileri -özellikle CHP ve HDP- milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması için hep çok istekli bir siyaset izlediler. “Bütün dokunulmazlıkları kaldıralım, hiç kimsenin dokunulmazlığı olmasın” diye kampanyalar düzenlediler. Oysa bu tamamen yanlıştı. Çünkü dokunulmazlık, milletvekillerine tanınmış keyfi bir imtiyaz değil, milletvekillerinin kendi görevlerini layıkıyla yerine getirmesi için onlara sağlanmış koruyucu kalkandır. Bilhassa Türkiye gibi demokrasisi sorunlu olan ülkelerde, muhalefetin bu ilkeye sahip çıkması beklenir.
En son dokunulmazlıklar kaldırıldığında hedef HDP’li vekillerdi değil mi?
Kesinlikle. Her ne kadar bütün partilerin vekilleri için kaldırıldığı söylense de gündeme gelme nedeni HDP’lilerdi. Lakin o dönemde, dokunulmazlığın kaldırılması halinde bunun HDP ile sınırlı kalmayacağını, diğer partilerin vekillerinde de sirayet edeceğini belirtmiştim. Öyle de oldu zaten.
Adalet yürüyüşü CHP’ye bir ivme kazandırır mı?
CHP’nin mecliste dokunulmazlıkların kaldırılmasına destek vermesi büyük bir hataydı. Bana göre, CHP’nin önce dokunulmazlıklarını kaldırılmasından yana saf tutması ve HDP’li vekiller tutuklanırken ses çıkarmaması, ama sonra kendi vekili içeri atıldığında adalet diye yollara düşmesi eylemin inandırıcılığını ve etkisini önemli ölçüde örseledi. Buna mukabil CHP için önemli kazanımları da oldu. “Adalet”in Türkiye’de bütünüyle tesis edildiği bir dönem yok; bugün de toplumun hemen her kesimi adalet yoksunluğundan şikayetçi. Araştırmalar toplumun dörtte üçünün adalet noktasında sorunların bulunduğuna inandığını işaret ediyor. Dolayısıyla toplumda her zaman bir karşılığı bulunan adalet talebi üzerinden bir siyasa inşası, CHP’yi hareketlendirir. CHP de şimdiye kadar işi iyi idare etti; parti kimliğini öne çıkarmadı, tamamen demokratik bir çerçeve içinde kaldı.
‘Kılıçdaroğlu, parti içindeki iktidarını pekiştirdi’
Parti içi mücadele açısından bir anlamı var mı bu yürüyüşün?
Sonuçları itibariyle elbette. Yürüyüş Kılıçdaroğlu’nun parti içerisindeki egemenliğini pekiştirdi. 16 Nisan’dan referandumun kaybedilmesinin akabinde CHP içinde bir tartışma başlamış, farklı klikler harekete geçmişti. Yürüyüş bu kliklerin arayışlarına son verdi, Kılıçdaroğlu'na muhalif olanlar dahi Kılıçdaroğlu ile birlikte yürümek zorunda kaldılar. Dolayısıyla kendi parti içindeki iktidarını güçlendirdi. Keza bu yürüyüşün bir diğer gayesi de 16 Nisan’da hayır veren bloğu tahkim etme, onları canlı ve diri tutmaktı. Bu bağlamda da bir başarı olduğunu söylenebilir. Zira eylemin lokomotifliğini CHP yapsa da, eylem CHP ile sınırlı kalmadı, diğer sivil toplum örgütleri ve partiler de eyleme katıldı. Böylece farklı kesimlerin desteklediği bir yürüyüşe dönüştü.
‘İktidar, yürüyüşü kriminalize etmeye çalışan bir dil kullandı’
İktidar nasıl bir politika izledi?
İktidar başlangıçta yürüyüşü küçümseyen bir tavır takındı. “Kılıçdaroğlu, uçakla gitsin, yok hızlı trenle gitsin, duble yolu kullansın” gibi Kılıçdaroğlu’nu da yürüyüşü de tahfif eden açıklamalarda bulundu. Ancak biliyoruz ki AK Parti sürekli kamuoyu yoklamaları yapar ve toplumun nabzını tutmaya çalışır. Muhtemelen yürüyüşe ilişkin de bir kamuoyu araştırması yapmış ve orada eylemin toplumsal bir ağırlığını görmüştür. Çünkü küçümseyici ve umursamaz siyasetini değiştirdi; bu kez çok sert ve yürüyüşü tamamen mahkum eden bir dil kullanmaya başladı. Yürüyüşü PKK ve FETÖ ile ilişkilendirdi, Kılıçdaroğlu’nun Kandil ve Pensilvanya için yürüdüğünü söyleme başladı.
İktidar açısından doğru bir tutum mu bu?
Bence, değil. İktidar toplumdaki adalet talebiniş es geçiyor. Yargının bütün faaliyetlerine ve kararlarına kefil oluyor. Oysa toplumda yargıya dair çok derin şikayetler ve kuşkular var. Beri taraftan yürüyüş bütünüyle demokratik kurallar çerçevesinde cereyan ediyor. Demokratik bir eylemi kriminalize etmek yanlış; eskiden müesses nizamın AK Parti’ye yaptığını bugün AK Parti muhalefete yapıyor. Hatırlanacaktır; AK Parti iktidar olmadan önce başörtüsü için eylemleri yapılıyor ve o günkü iktidar eylem yapanları gercilikle, ihanetle suçluyordu. Şimdi Ak Parti iktidarda, o da geçmişte kendi tabanına karşı kullanılan dili bugünkü muhalefet için izliyor. İktidarın bozucu etkisi bu olsa gerek.
‘Demokrasi için ciddi bir kazanım olacak’
Yürüyüşün gelecek için etkisi ne olacak?
Hem iktidar hem muhalefet yürüyüşün provoke edilmemesi noktasında iyi bir sınav verdi. En önenmli husus, yürüyüşün başladığı gibi, kimsenin burnu kanamadan, kimse bir zarar görmeden bitmesidir. Eğer herhangi bir olay yaşanmaz ve yürüyüş demokratik bir çerçevede sona ererse, bu demokratik protesto kültürünün yerleşmesi için ciddi bir kazanı olur.
HDP’nin yürüyüşe katılımı var o konuda neler söylemek istersiniz?
CHP’den iki talep isteniyor
HDP, CHP’nin dokunulmazlığa destek vermesinin yanlış olduğunu ve eylem için geç kaldığını belirtmekle beraber yürüyüşe destek verdi. HDP, yürüyüşün Maltepe’de sonlanmamasını ve Demirtaş’ın tutuklu bulunduğu Edirne’ye kadar uzatılması gerektiğini de söyledi. Ancak bu öneri, Kılıçdaroğlu vce CHp tarafından kabul görmedi.
HDP’ye dönük eleştiriler de var bu arada.
Evet, görüyorum. “Dokunulmazlığın kaldırılmasına katkı sunan CHP’nin yürüyüşüne nasıl katılır?” diye HDP eleştiriliyor. Buna karşı HDP’lilerin verdikleri yanıt, makul. Zira, geçmişteki bir hatanın şimdiki bir doğrunun yanında durmaya engel olmaması gerektiğini belirtiyorlar. HDP’liler yürüyüşün bir imkan doğurduğunu ve bunun somut taleplerle içerik kazanması gerektiğini ifade ediyorlar. Bu meyanda öne çıkan iki talep var: Bütün seçilmiş vekillerin serbest bırakılması ve OHAL’in kaldırılması.
9 Temmuz sonrasına “Adalet yürüyüşünden” geriye ne kalır?
‘Cepheler, ittifaklar her geçen gün yenilenir’
Türkiye’de siyasi zemin çok kaygan, siyasi ittifaklar sürekli yenilenir. Bugün bir konuda yan yana duran partiler yarın öbür gün karşı karşıya gelebilir. Bu itibarla bu yürüyüşten dört başı mamur, sınırları ve hedefleri tespit edilmiş bir siyasi hareketin doğmasını beklemiyorum. Ben, mutlak bir “evet” ve “hayır” cephesinin olduğu kanısında değilim. Cepheler, gelişmelere göre yeniden tanzim edilir. Mesela 2019’da seçime gidildiğinde partilerin gündemlerine ve adaylarına bağlı olarak yeni cepheler doğar. Türkiye gibi hareketli bir siyasi gündemin olduğu bir coğrafyada, bu hareketin iki yıl sonrasına kadar taşınabileceği söylenemez.
‘Yürüyüşün en önemli tarafı toplumdaki bir adet talebini açığa çıkarmış olmasıdır’
Kanımca bu yürüyüşün en önemli tarafı toplumdaki bir adet talebini açığa çıkarmış olmasıdır. Hükümetin yürüyüşe verdiği cevaplara baktığınızda “Hayır, Türkiye’de bir adalet sorunu yoktur” dediklerine rastlayamazsınız. Bütün karaların doğru olduğunu, memlekette adaletten yana bir derdin olmadığını söyleyemiyorlar. Yalnızca “Bu bir adalet yürüyüşü değildir, terör örgütlerini destekleyen bir yürüyüştür” diyebiliyorlar. Dolayısıyla bir adalet problemi olduğunu aslında onlar da biliyor ve zımni olarak kabul ediyorlar. Bence mühim olan bu; toplumdaki adalet talebinin öne çıkması. Bu adalet talebinin AK Parti tabanında da olduğunu düşünüyorum. Onların da adaletsizlikten taraf şikayetleri var. Kaldı ki adaleti salt yargı çerçevesinde görmemek lazım; adalet devlet dairelerinde işe girmekten medyaya her alanda kendini gösteriyor ve bu toplumun bütün kesimlerini etkiliyor.
Adalet eksenli talep yeni bir talep değil herhalde.
Şüphesiz, Osmanlı’da da vardı, şimdi de. Adalet, hep gündemdeki yerini korudu. Adalet eksikliğinin başlıca iki nedenden kaynaklandığı söylenebilir: Biri, yargının gerçek anlamda bağımsızlığının sağlanmamış, siyasal iktidardan ayrılamamış olmasıdır. Diğeri de, güçler arasında demokrasiyi koruyacak şekilde bir ayrılığın kurulamamış olmasıdır.
‘Bir halkla ilişkiler çalışması olduğunu düşünüyorum’
Uluslar arası medyada Kılıçdaroğlu’na Gandi benzetmesi yapıldı, siz bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu tür benzetmeleri abartılı bulurum ve itibar etmem. Gandi benzetmesi Kılıçdaroğlu ilk ortaya çıktığında da yapılmıştı ama zamanla unutulmuştu. Yürüyüş başladığında tekrardan ısıtılıp orta yere sürüldü. Kolaycı benzetmeler bunlar, oysa her iki yürüyüş arasında hedefler, yöntemler, dinamikler ve toplumdaki kabuller açısından büyük farklılıklar söz konusu. Dolayısıyla bu tür benzetmeler bir halkla ilişkiler çalışması, bir reklam stratejisi olarak değerlendiriyorum.
‘Bütün güçler post İŞİD dönemine hazırlanıyorlar’
Ortadoğu’ da şu an durum nedir? Gelinen noktada İŞİD’ in geriliyor, toprak kaybediyor ve bir varlık-yokluk durumuna doğru gidiyor. Bu tabloda bizi neler bekliyor?
Bilinen şekliyle IŞİD’in sonuna yaklaşılıyor. Musul’da IŞİD bir kilometrekareye sıkıştırılmış vaziyette. Çok yakında kent bütünüyle IŞİD’den arındırılacak. Rakka’da Rakka’da Amerikan desteğiyle YPG güçleriyle hızlı bir şekilde ilerliyor, Amerikan Merkezi Kuvvetler Komutanlığının en son yaptığı açıklamada YPG’nin kente güneyden girdiği ve tarihi surların aşıldığı belirtiliyordu. Rakka Operasyonu daha bir süre devam edecektir ama netice itibariyle IŞİD Rakka’dan atılacaktır. Büyük bir ihtimalle Rakka’dan sonra operasyon Deyr el Zor’a yönelecektir. Hülasa bölgede IŞİD dönemi bitiyor. Asıl sorun bundan sonra başlıyor. IŞİD’den sonra ne olacak? Bütün güçler post İŞİD dönemine hazırlanıyorlar.
Öncelikle Suriye’ye bakarsak…
Aslında Suriye ve Irak’ı birlikte değerlendirmek gerek, çünkü her iki coğrafya iç içe geçmiş halde. Her bir ülkedeki gelişme bir diğerini tetikliyor. Yine de Suriye özeline dönersek tablo şöyle özetlenebilir: Suriye’de ABD ve Rusya, Suriye’nin toprak bütünlüğünü devamından yanalar ve bazı konularda mutabıklar: Her iki ülke de Suriye’nin laik, seküler, demokratik ve ademi merkeziyetçi bir yapı olmasını istiyorlar. Türkiye ve İran da Suriye’nin sınırlarının değişmemesinden taraflar. İran İçin Suriye son derece ciddi stratejik bir önem taşıyor. Öyle ki İran Tahran’ın savunmasının Şam’dan başladığını ifade ediyor. Keza PYD de Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunuyor. Salih Müslim son yaptığı açıklamada, Suriye de bir Kürt ulus devleti kurma gibi düşüncelerinin ve planlarının olmadığını, Suriye için en iyi çözümün federasyon olduğunu belirtti. Etkili tüm aktörlerinden tavırlarından varılacak netice şudur: Muhtemelen Suriye’nin toprak bütünlüğü korunacaktır ancak Suriye eskisi gibi Baas’ın demir yumruğu altında yönetilen bir ülke olmayacaktır. Çok aktörlü ve çok bölgeli bir Suriye meydana gelecektir. Şimdi bütün ülkeler buna göre tavır belirlemeye çalışıyorlar.
Afrin’e bir operasyon yapar mı Türkiye?
İktidara yakın medyada bu konu gündemde tutuluyor ve hatta çeşitli operasyon planları yayınlanıyor. Böylesi bir operasyonun birçok boyutu olduğunu düşünüyorum. Bir, böyle bir operasyonda Türkiye DAİŞ ile değil PYD ile çatışacaktır. Dolayıysla Fırat Kalkanı Operasyonunda olduğu gibi Türkiye deste bulamayacaktır. İki, ABD’nin tavrı önemlidir. ABD, Rakka’da operasyon devam ederken SDG/PYD’nin odsağını dağıtacak bir Afrin Operasyonuna sıcak bakmaz. Üç, belirleyici olan Rusya’nın tavrıdır. Rusya, orada askerlerini koruduğu ve Afrin’ den çıkmadığı sürece Türkiye’nin çok geniş boyutlu bir operasyon olması düşünülemez. Çünkü bu Rusya ve Türkiye’nin karşı karşıya gelmesi gibi bir sonucunu doğurur ki, bu Türkiye’nin isteyebileceği bir durum değildir.
Hocam Son dönemde özellikle Trump’ın Ortadoğu ziyareti sonrası Katar’a bir ambargo söz konusu. Siz Katar krizini nasıl okuyorsunuz?
‘Bunların hepsi İran’ı baskılamak açısından gerçekleştirilen bir politikadır’
Trump’ın seçilmesinden sonra ABD Ortadoğu’da en kapsamlı değişikliği İran politikasında yaptı. Şöyle ki, Obama İran’ı uluslar arası sisteme entegre ederek Ortadoğu’da bir çözüm arıyordu. Trump ise İran’ı tamamen hedef koymuş bir siyaset izliyor. Bunun için de Körfez’deki müttefikleriyle geleneksel ilişkilerini hem tazeliyor hem de kuvvetlendiriyor. Trump, ilk gezisini Suudi Arabistan’a yaptı ve kimilerine göre 110 kimilerine göre de 380 milyar dolarlık silah anlaşması imzaladı. Gaye, İran’ı baskılamaktı. Bu şekilde ABD’nin desteğini arkasına alan başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez ülkeleri, Katar’ı terbiye etmek istediler. Görebildiğim kadarıyla Katar krizinin iki ana nedeni var: Birincisi, Arabistan’ın Katar’ı tamamen kendi yörüngesine alma ve uydu bir devlet haline getirme çabasıdır. Katar, Körfez’de ayrık otu gibi. Mesela, Suudi Arabistan’ın itirazına rağmen İran ile Körfez’in kurduğu ilişkiden farklı bir ilişki kuruyor. İkincisi ise, Körfez’in Arap Baharı’ndan Katar’ı sorumlu tutmalarıdır. Bütün Arap monarşileri, Arap Baharı’nda nüveleri görülen demokratik talepleri kendi varlıklarını tehdit eden bir gelişme olarak görüyorlar. Ve bu fitnenin de Katar tarafından çıkartıldığını düşünüyorlar. O nedenle Katar’ı da baskı altına almayı planlıyorlar. Nitekim, Körfez’in Katar’dan yerine getirmesini istediği en önemli talep Al Jazeera’nın kapatılması. Peki, neden? Çünkü bu kanal Arapp ülkelerindeki bütün muhalif isimlere sayfalarını ve ekranlarını açıyor. Bir aykırı ses oluşturuyor. Bu itibarla krizin en önemli sebebi, Katar merkezli nispi demokratikleşme taleplerini boğmak ve bunların kendi ülkelerine varmasını engellemeye çalışmaktır.
‘Bu bir gerekçe olamaz bu sadece bir bahane’
Katarla İran ilişkisi nasıl?
Aslında herkesin bir şekilde birbiriyle ilişkisinin olduğunu bilmek gerekir. Mesela BAE, günde milyonlarca metreküp doğalgazı İran’dan alıyor. Dolayısıyla Katar’ın İran ile kurduğu ilişki bu ambargonun gerekçesi olmaz. Bu sadece bir bahanedir.
Krizin olası sonuçları ne olabilir?
İlk etapta iki sonuçtan söz edilebilir. Biri, Katar’ın Türkiye ile ilişkilerini daha üst seviyeye taşımasıdır. Diğeri ise, Katar ilke İran arasındaki ilişkilerin derinleşmesi, Körfez’de abluka altına alınan Katar’ın İran ile yakınlaşmasıdır.
‘Türkiye’nin Katar krizinde izlemiş olduğu siyaset doğru’
Türkiye’nin yaklaşımı bu krizde nasıl?
Bana göre Türkiye iyi bir siyaset izledi. Bir kere bütün taraflarla görüşmeye önem verdi. Krizin başladığı ilk andan itibaren hem Katar’la hem de Katar’a ambargo uygulayan ülkelerle birebir görüştü. Uluslararası platformlarda bu sorunun diyalogla çözülmesi konusunda taleplerini dile getirdi. Diğer taraftan elbette bu krizin Katar’dan yana daha ağır basan bir görüntü sundu. Bu da doğal; çünkü Türkiye’nin Katar’la olan ilişkileri son derece yoğun. İlişkiler bu düzeydeyken Türkiye’nin Katar’ı yüz üstü bırakması veya Katar’ın arkasında durmaması Türkiye ile Katar arasındaki ilişkilerin geleceğini olumsuz bir şekilde etkilerdi.
‘Pentagon’un izlediği siyaset ile Amerikan başkanının izlediği siyaset farklı’
Türkiye’nin Katar krizindeki pozisyonu Türk Amerikan İlişkilerini nasıl etkiler?
Amerika’nın Katar konusunda net bir siyaseti yok. Bir başka ifadeyle birden fazla siyaseti var. Trump Amerikası ile kurumlar Amerikasının Katar krizinde farklı noktalarda durduğuna tanık olduk. Trump, Suudi Arabistan’ı tamamıyla destekleyen bir dil kullanırken; Pentagon daha dengeli bir dile başvurdu. Çünkü ABD’nin en büyük askeri üstlerinden biri Katar’da bulunuyor. Yine Dışişleri Bakanı Tillerson, Körfez’in öne sürdüğü şartların çok ağır olduğunu, bunların yerine getirilmesinin mümkün olmadığını ve tekrar gözden geçirilmesi gerektiğini söyledi. Bu itibarla Türkiye’nin Katar’daki pozisyonu, Türkiye-ABD ilişkilerini doğrudan etkilemez.
Yakın gelecekte Orta doğuyu nasıl görüyorsunuz?
‘Müttefiklik ilişkileri sürekli bir şekilde değişiyor’
Ortadoğu için iddialı bir tahminde bulunulamaz. Bırakın yakın geleceği yarının bile ne getireceğini bile öngörmek çok zor. Çünkü sahada çok fazla aktör ve çok fazla çatışma konusu var. Müttefiklik ilişkileri sürekli bir şekilde değişiyor. Ancak şunu söyleyebilirim: Büyük ihtimalle önümüzdeki döneme damgasını vuracak iki konu olacak: Bir, İŞİD sonrası dönemde Irak ve Suriye’nin nasıl şekilleneceğidir. Bu pilav daha çok su kaldırır. IŞİD bitse bile daha bir süre çatışmalar sürecek. İki, Kürdistan’ın bağımsızlığı meselesinin nasıl neticeleneceğidir. Referandumun gerçekleştirilip gerçekleştirilemeyeceği, gerçekleştirildiğinde ise bunun hayata aktarılıp aktarılmayacağı konusunu önümüzdeki dönem Ortadoğu’nun şekillenmesinde önemli bir rol oynayacak.
‘Kürdistan Bölgesel Yönetimi bu referandumu yapacak’
Referandumu olası görüyor musunuz?
Referandum yapılması konusunda Kürdistan Bölgesel Yönetimi çok büyük bir taahhüt altına girdi. Hiçbir koşulda artık Eylül’den geri dönüş olmayacağını söyledi. Dolayısıyla olağanüstü bir kaos yaşanmazsa referandumu yapacaklar. Elbette referandumun yapılacak olması, hemen bağımsızlığın ilan edileceği anlamına gelmiyor. Uluslararası koşullar, bölge devletlerinin vereceği tepkiler göz önüne alınarak en uygun zaman beklenecek. Referandumun iki önemli avantajı var Kürdistan Bölgesel Yönetimi için: Birincisi, siyasette bir birlik sağlamak ve bütün siyasal partilerin bağımsızlık etrafında bir araya gelmesini sağlamaktır. Büyük oranda gerçekleşti bu. İkincisi ise uluslararası camiada Kürdistan’ın bağımsızlık meselesi gündeme geldiğinde, referandumu bir kart olarak kullanmaktır. Kürdistan Yönetimi cebine bu kartı koyacak ve bunu uluslararası müzakerede bir kart olarak kullanacaktır.
‘Türkiye de bağımsızlığın karşısında durmaz”
Bağımsızlık referandumuna Türkiye’nin yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye eskiden farklı bir dil kullandı. Zamanın uygun olmadığını, referandumun daha fazla sorunlara yol açacağını ve vahim bir hata olduğunu ifade etti. Dildeki farklılaşmanın iki nedeni var: Bir, Türkiye ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi arasında iyi ilişkiler var dolayısıyla ilişkilerin geldiği düzey Türkiye’nin eskisi gibi sert tepkiler vermesini ortadan kaldırdı. İki, Türkiye olası gelişmelere karşı kapılarını açık tutuyor. Bu anlamda mutlak bir karşıtlık bu gelişmeye sergilemedi. Benim kanım şudur: Türkiye bir İsrail gibi Kürdistan’ın bağımsızlığını desteklemez. Ama eğer gelişmeler Kürdistan’ın bağımsızlığı yönünde tecelli ederse, uluslararası camia da bunu kabul ederse Türkiye de bunun karşısında durmaz diye düşünüyorum.
‘İstikrarsız bir ırak yerine istikrarlı bir Kürdistan…’
Yani, Türkiye ve Irak Bölgesel Kürt Yönetimi arasındaki ilişkiler referandum sonuçlarından etkilenmez mi?
Şu anda da referandum kararı alındı ve ticari ilişkilerde herhangi bir gerileme söz konusu değil. Kaldı ki, ben Türkiye’nin bağımsız Kürdistan’ı tanımasını hatta ilk tanıyan ülkelerden biri olması gerektiğini düşünüyorum. Zaten orada defacto olarak bağımsızlığını yaşayan bir ülke var. Türkiye istikrarsız bir Irak yerine istikrarlı bir Kürdistan ile çok daha iyi ilişkiler kurabilir.
Ali Abbas Yılmaz / Özel