Bu çağ nereye gidiyor, yaşamın hevesle kırıldığı bu dünyamız nasıl bu kadar umarsızca dönüyor? Acının ve yokluğun doludizgin şahlandığı, ölümlerin zamansız, zulmün amansız olduğu çağımızda mutlu olmak, huzurlu olmak neden bu kadar zor?
İnsanların yokluktan intihar ettiği haberleri bizi sarsmıyor, duvar diplerinde, köprü altlarında uyuyan sokak çocukları titretmiyor içimizi, bedenini satan körpecik kadınlar utandırmıyor bizi. Söyleyin Allah aşkına nasıl bir dünyada yaşıyorsunuz, hangi cenneti kendinize kurmuşsunuz da kulaklarınız sağır, gözleriniz kör, vicdanlarınız huzur içinde?
Ortalığa bunca pislik saçılmışken, bunca hırsız, bunca vicdansız ortalığı doldurmuşken yürek sızılarınızı nasıl dindiriyor, nasıl yumuşacık yataklarınızda huzurla uyuyabiliyorsunuz? Baktığımız her yerde çürümüşlük, dokunduğumuz her yerde derin yaralar dökülüyor.Kapılarınızı kapadığınız yerde yeni kederler başlıyor. Kapılarınızı açtığınız anda yeni acılar, yeni kayıplar. Ürkütülmüş kuşlar, kovulmuş kediler kadar uysal, kadar zararsız, kadar sahipsiziz.
Derin ve sınırsız bir yalnızlıkta debeleniyoruz. Korku canavarı korkunç kocaman elleri ve uzun tırnaklarıyla dört bir yanımızı sarmış. Toplumu nefessiz bırakmış, hak adına, adalet adına yaprak kımıldamıyor. Hepimiz suskunluk sarmalında debelenip duruyoruz. Gözlerimizi kapatınca, evlerimize kapanınca, lüks arabalarımızda, rezidanslarımızda günahlarımıza abanınca her yanı cennet, ülkeyi güllük gülistanlık sanıyoruz.
Bültenlerde kanlı görüntüler, gazetelerde çarşaf çarşaf yalanlar, tartışma programlarında sırıtık suratlar, acımasızlığın ve kör bir tarafgirliğin borazanları aralıksız dönüyor. İnsan ki insanlığından utanıyor. Akıp giden zamanın ortasında her şey akıyor, ama kanatarak, ama derin kesikler bırakarak. Aralıksız dönüyor yalanlar, aralıksız dönüyor vahşet. Gidip bir duvar dibine kusmak, gidip bir kapının ardında arınmak istiyorum. Kendimden nefret ediyorum, bildiklerimden nefret ediyorum, yaşamışlığımdan nefret ediyorum; varın siz sevin kendinizi, sevin yalanlarınızı, sevin bize cehennem, kendinize cennet yaptığınız dünyanızı.
Tüm ülkede bir akıl tutulması yaşanıyor. Kaba bir hırs, vahşi bir tükenmişlik her tarafımıza sinmiş. Hayal gücümüzü, güzel günlere olan inancımızı yitirdik. Yol kenarında mahcup bekleyen pısırık otostopçular gibi kendimizi gelecek bir şoförün merhametine bırakmışız. O şoförün gelip gelmeyeceği meçhul, o şoförün daha usta olup olmadığı da meçhul. Hatta böyle bir şoför var mı, böyle bir yol var mı, biz o yolda mıyız o da meçhul. Bir bilinmezlik, bir karamsar ruh hali ve derin tükenmişliğimiz…
Ekonomi değil derdim, politika hiç değil, yaşamak diye bir kaygım var. Aslında kısacık bir ömrümüz var. Bu kısacık ömürde bir avuç mutluluk arıyoruz. Sıcacık bir ekmeği bölüşmenin tadını, sevgilinin gözlerinde erimenin hazzını yaşamak istiyoruz. Çok mu şey istiyorum, bilmiyorum, ama her gün ölmekten, her gün ölümlere, intiharlara, yokluklara tanık olmaktan bıktım. Bunca acıya, bunca zulme gözlerimi kapayamıyorum, sızlayan yüreğimi susturamıyorum, başımı eğip geçemiyorum yoksulların önünden. Bakışları içimi deşiyor dilenen kadının, kızarmış yanakları bana cehennem ateşinden daha yakıcı geliyor simitçi küçük çocuğun. Boşluğa dalan duruşuyla kahvehanede geçmişine ana avrat söven ihraç öğretmenin ahları elimi kolumu buduyor.
Ve her şey iyiymiş gibi yaşayacağım. Ve her şey yolundaymış gibi uyuyacağım. Ve her şey güzelmiş gibi gülümseyeceğim. Şiddet gören kadınların derdi yok, cumartesi annelerinin derdi yok, yoksulların derdi yok, Kürtlerin derdi yok, Alevilerin derdi yok, dindarların derdi yok, sosyalistlerin derdi yok, çocukların derdi yok gibi yaşayacağım. Kolay değil, gerçekten kolay değil ve ben devekuşu değilim, insanım…
Gece daha gece, karanlık daha karanlık olmadan sabah olmalı, diyordu bir bilge. Gözümüz karanlığa alışmadan güneşe varmalıyız. Orada aşk, orada umut vardır.