İdeal hayata dair felsefe kaynaklarında, kişisel gelişim kitaplarında çok şey anlatılır. Özellikle ideal yaşam konularında sayısız kaynak literatürüne sahip kişisel gelişim alanında genel olarak şu temalar vurgulanır; Şunu yapın, bunu yapmayın, kendinize zaman ayırın, bütçenizi iyi planlayın, yeni hobiler bulun, seyahat edin, yoga yapın, hayatı fazla ciddiye almayın falan da filan…
Tabi yukarıda anlatılanlar değerlidir, isteyen yapar veya yapmaz burada esas olan şey şartlar ve koşulların uygunluğudur. İleri demokratik ülkelerde örneğin, Norveç veya İsviçre’de yaşıyorsanız bu söz konusu kitaplarda geçen şeylerin hem içeriği değişmekte hem de istenilenleri yerine getirmek daha kolay. Bu gibi ülkelerde insanı koruyan ve asgari düzeyde yaşamını sağlayabileceği şartlar devlet tarafından sağlandığından bireyin kendini yansıtması oldukça kolay. Yaşam koşulları sınırlı ve yurttaşlık ile teba arasında bir yerlerde yaşamlarını açlık sınırında sürdürenlerin yaşadığı ülkelerde durum olumlu örneklerin tersidir. Bizim gibi ülkelerde düzenli iş, ev ve araba sahibi olmak ideal olanı simgelese de ileri demokrasilerde bu durum zaten devlet tarafından sağlanabiliyor ve dolayısıyla onlar için ideal olan değişmektedir . Onlar için insanca yaşam ve estetik yaşam koşulları ön plandayken bizim gibi ülkelerde ise, hayata tutunmak ve asgari düzeyde de olsa yaşam sürdürmek ön plana çıkmaktadır. Bizden daha sıkıntılı ülkelerde her şey çok daha zorlaşabilmekte ve hatta temel yaşam hakları bile ciddi riskler altında olabilmektedir. Yaşam koşulları değiştikçe ideal olanında çerçevesi değişebilmektedir. Aslında öncelikle ideal olanın ne olduğu ya da ideallığın ölçütleri var mıdır, varsa nelerdir? Bunları sorgulamamız gerekiyor.
İdeal olana ilişkin çok farklı bakış açılarından söz edebiliriz; Batı ileri demokrasilerinde yaşamak, dindarlık, kural tanımadan özgürce yaşamak, içinde bulunulan toplumsal normlara ayak uydurmak, konforlu bir yaşam sürmek, şehirden uzak sade ve doğal bir yaşam sürdürmek. Bu örnekler çoğaltılabilir burada temel mesele ideal olanın ölçütü ne?
Oğuz Atay, “ Ne ölmek nefessiz kalmaktır; ne de yaşamak nefes almaktır. Yaşamak, sevilmeyi hak eden birine yaşamını harcamaktır” diyerek yaşamı sevgiyle idealize etmeye çalışmıştır.
Yaşam bir adanmışlık mı? Yoksa bir hiç adına yaşamı harcamak mı? Korkuyla mı yaşamak yoksa yaşamı altına üstüne getirmek mi? Şems-i Tebrizi’nin dediği gibi “Düzenim bozulur, hayatım alt üst olur diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?”
Önemli düşünür Epikür,”Zevk mutlu bir yaşamın başlangıcı ve amacıdır” diyerek yaşamın anlamını hedonizme bağlar.
İdeal olan kavramına geri dönecek olursak, bu kavramla ilgili en yaygın ifade söyle; herkesçe kabul gören, kalıplaşmış şeylerin yanında, çerçevesi belli hayatın bazı yenilikleri de içine alan şeylerin tümünü kapsar. Bu kavram üzerinde kültürlerin, siyasal yapıların oldukça büyük etkisi vardır. Herkesçe kabul gören yaşam formları bireylerin içinde yaşadığı toplumsal yapı tarafından şekillendirilir.
İdeal yaşam, somut koşullar mı yoksa düşünsel boyutta kurgulananlar mıdır?
İdeal olana dair sorgulamalara girdiğimizde kaçınılmaz olarak felsefi tartışmalara girmek gerekecektir. Ama burada amaç en genel yönüyle ideal hayat var mıdır yoksa bir kurgu mudur? Başka bir deyişle toplumsal mıdır yoksa bireysel midir?( öznel veya nesnel)bu eksende meseleyi irdelemektir.
Toplumsal yaşamın içindeki kültürel öğeler nasıl bir yaşantının sürdürülmesi gerektiğinin hatlarını çizer. Yapılması gerekenler ile yapılmaması gerekenler arasında örülmüş yaşam, ”olması gereken” olarak kabul görür. Bu durum “nesnel ideal” yaşamın sınırlarını oluşturur. Bunun dışında davranmak ise “öznel ideal” yaşamı ifade eder. Bu konuda bir çok düşünürün hem fikir olduğu nokta; çerçevesi belirlenmiş yaşam koşullarının içinde ne kadar öznel ve ne kadar nesnel olduğunuz belirler ideal yaşamı.
Belli fikir dünyasına sahip olan insanlar, yakın tarihimizde başkalarının ”mahremiyetine” girmeden “özgürce” yaşamanın koşullarını yaratmanın peşinden gitmişlerdir. Aslında 1960’lar ve özellikle 1970’ler de başlayan savaş karşıtı ve özgürlükçü yaşam hareketleri beraberinde alternatif yaşam tarzlarını getirmiştir. Tabi burada esas mesele hukuki ve siyasal hatları belirlenmiş bir yaşamın içinde ne kadar özgür yada öznel ideal olanı yaşayabildiğinizdir. Başkaları(hakim güç-kültür)tarafından idealize edilen toplumsal standartlardan bunalan ve kendi özgür yaşam koşullarını kurmak isteyenler bir araya gelerek irili ufaklı topluluklar kurmuşlardır. Son yıllarda hem dünyada hem de ülkemizde bu anlayıştan hareketle mevcut düzenlere karşı kendi düzenlerini kurmak için insanlar bir araya gelerek köyler, kolektifler ve çiftlik tarzında yerler oluşturmaya başladılar. Ülkemizde de bu konuda çok sayıda alternatif yaşam alanları oluşturulmuş durumda. Bunlar arasından en çok dikkatimi çeken yer, İzmir Menemen’e bağlı Dumanlıdağ mevkiinde kurulan İmece Evi dır. Bu yer ilk zamanlar ekolojik bir kamp olarak tasarlanmış fakat daha sonraki süreçlerde bir çiftliğe ve ardından öğrenme- öğretme, deneyim aktarma mekanına dönüşmüş. Burayı kuranlar” antikapitalist bir yaşam alternatifi” anlayışı üzerinden kendi kendilerine yetebilecekleri bir yaşam ve dayanışma alanı yaratmış durumdalar. Bu ve benzeri yerler gittikçe çoğalmaktadır. Temel amaç dayatılmış ve adına ideal hayat dedikleri fonusta yaşam dışında” başka bir hayat mümkün” anlayışını sürdürülebilir hale getirmektir.
Evet “Başka bir dünya mümkün” şiarıyla sahte ideal hayat dayatmalarına karşı, insanın insanla ve doğayla barışık, kendi kendine yetebilen yaşam alternatiflerinin çoğalması- çoğaltılması lazım. Ancak bu sayede gerçek ideal yaşam formlarından bahsedebiliriz.