Yaz sıcağı kavuruyor.
Sıcakların bu kavurucu etkisi altında Misbah Hicri’nin yeni yayımlanan İdama Yürüyen Adam (Temmuz 2018-Favori Yayınları) kitabını okudum.
Ağustos sıcağı insanın fiziki bedenini yaktığı gibi kitaptaki her öykü insanın yüreğini yakıp dağlıyor. 1950’lerde başlayıp 1970’li yıllara varan Urfa ve çevresinde yaşayan insanların sıkıntıları, eğitimsizlik ve cahilliğin yarattığı tahribat, şeyh, ağa ve törenin olumsuz etkileri, köyden kente göç, işsizlik, kaçakçılık olayı, dostluk, paylaşım, sevgi gibi konular şiirsel bir dille kaleme alınmış… Sade ve akıcı… Yazar, öykülerinde çocukluk ve gençlik döneminde yaşadığı coğrafyada bölgenin ekonomik özelliğinin insanların sosyal yaşamlarına yansımalarını gözler önüne sermeye çalışmış.
Urfa, bilindiği üzere tarihi bir mekândır. Tarihi süreç içerisinde birçok kavim ve inanca ev sahipliği yapmıştır. Kavimlerden günümüze sadece Kürtler, Türkler, Araplar kalmış. Müslümanların dışında farklı inançlara sahip olanlar var mı bilmiyorum. Bildiğim, Urfa ve çevresinde ekonomik ve sosyal gelişmenin olması gereken seviyede gelişmediği için üretim ve paylaşım da istenen düzeyde olmadığı, insanların boğaz derdine düştüğü, hiç arzu edilmemesine rağmen yapay oluşturulan sınırların oluşturulması ve oluşturulan bu sınırları geçip mal getirip götürmenin “kaçakçılık” olarak adlandırıldığı ve “suç” olarak kabul edildiğidir. Ve dahası bu “suç”u işleyen çoğu insanın yaşamını hayatlarıyla ödediğidir. Dostoyevski, Suç ve Ceza adlı romanında bir kahramanın ağzından bizler şunu söyler: “Suç, sosyal düzenin uygunsuzluğuna karşı bir protestodur.”
Çocukluk ve ilk gençlik döneminde yaşananlar her insan gibi yazarlarında zihinde kalıcı izler bırakır. Misbah Hicri anladığım kadarıyla gördüklerini, yaşadıklarını kurgulayıp bilinçaltından geçmişte yaşadıklarını birer birer geri çağırarak öykülerini yazmış ve yazarken geçmişte yaşamış veya tanık olduğu olayları yeniden yaşamıştır. Bir nevi kendi kendisiyle hesaplaşmıştır. Bunu yaparken de öykünün kendine has anlatımından çok kendi anlatım yolunu tercih etmiştir. Bu nedenle yazılanlara anı-öykü de diyebiliriz.
Yazar öykülerinde seçtiği konular ve üslubuyla okuyucuya estetik tat veriyor. Öyküler ilk okunduğunda yerelmiş gibi bir algı oluşsa da, dikkatli okuyunca yazıların yerellikten evrenselliğe sıçramanın mayasını içinde taşıdığı fark ediliyor.
Öykülerin ortak mekânı Urfa, yazarı Urfalı, konular benzerlik taşıyınca ister istemez hemen akla Bekir Yıldız geliyor, kitabı okuyunca… Ama anlatım ve üslup olarak her iki yazarımızın kendilerine özgü birer kalem erbabı olduklarını bilmekte yarar var.
Arka kapak yazısı kitabı çok iyi tanıtmakta: “Acının umutla, umudun hüsranla, hüsranın gözyaşıyla yoğrulduğu bir coğrafyanın çilekeş ve direngen insanlarının gerçek ve yürek sızlatacak öyküleri. Okurken kimi zaman hüzünlenecek, kimi zaman tebessüm edecek, kimi zaman da gözyaşlarına boğulacak; onların yaşadıklarıyla birlikte coşacak ya da isyan edeceksiniz…”
***
Dünyada ve Türkiye’de belirsizliğin her geçen gün daha da arttığı, siyasal ve toplumsal baskıların nefes aldırmadığı bir dönemde insanlara yazılarıyla, kitaplarıyla birazcık nefes aldırmaya çalışması, umut aşılaması, insanlarımızı bizlere tanıtmaya çalışması ve güzel kitaplara imza atması nedeniyle Misbah Hicri arkadaşımı kutluyorum.
(Berfin Bahar Aylık Kültür ve Edebiyat Dergisi, Ekim 2018, Sayı: 248)