Cevat KORKMAZ-Mehmet ASLAN
TİGRİS HABER - Gazeteci-Siyasetçi (DEVA Partisi Şarköy ilçe Başkanı) Cevat korkmaz, Ekonomist Mehmet Aslan, sanatçı Ahmet Kaya’ya dair anılarını kaleme aldı. İkisi de Ahmet Kaya’nın yakın arkadaşıydı. Cevat Korkmaz’ın yakınlığı elbette ki başkaydı. Onun ölüm yıldönümünde onunla geçirdikleri bir geceyi karşılıklı hatırlatmalar yaparak yazdılar. Cevat Korkmaz, Kaya’nın ölüm yıldönümlerinde medyanın başvurduğu bir isim. Ancak, o ve Mehmet Aslan, ilk kez kahramanı oldukları bu olayı Tigris okuyucuları için anlattı.
**
Arkadaşım Cevat Korkmaz vasıtasıyla Ahmet Kaya ile tanışma şansım oldu. İki kez oturduk ama ne oturma… Özellikle ikinci kez bir araya geldiğimiz akşamın devamında tam anlamıyla ölümle yüzleştik. Öyle bir yüzleşme ki, hem ben, hem de Cevat, resmen iki dünya arasında gidip geldik.
Bu yazıyı sevgili Cevat’la yazmayı kararlaştırdık. Onun için biraz köşe yazısı, biraz da röportaj gibi olacak.
Sene 1995. Birgörüşme nedeniyle İstanbul’dayız. Daha doğrusu, dönemin hızlı gazetecilerinden Ayşe Önal ile görüşmeye gitmiştik. Yanlış hatırlamıyorsam Ayşe Önal’ın Star Televizyonu için hazırlayacağı bir haber programı ekibinde yer almak için görüşecektik. Ben o dönemde Ronahi gazetesinin (önceki Deng) Ankara temsilcisiyim. Dikkat çeken iyi haberlere imza atıyorum. Ayşe Önal’la buluşma, arkadaşım Cevat’ın sağladığı bir görüşme olacaktı ama hüzünlü bir Ahmet Kaya akşamı sonrasında yaşanan tatsızlıklardan dolayı bu görüşme hiç gerçekleşmedi. Yaşamımızın daha sonraki akışı açısından iyi mi, kötü mü oldu bilmiyorum. Bildiğim; her ikimizin de yaşamında bazı yollar kapandı, bazı yollar açıldı. Dediğim gibi Ayşe Önal’la hiç görüşemedik ama onun hayatında da inanılmaz şeyler oldu. Gerçekleşmeyen görüşmeden birkaç ay sonra Kızı Şafak (Pavey) İsviçre Zürih metro istasyonunda raylara düşmekte olan genç bir çocuğun hayatını kurtarmak isterken, dengesini kaybedip raylara düşerek bir kolunu ve bacağını kaybedecekti.
İstanbul Sarıyer’de deniz kıyısındakirakı-balık restoranında bir kelebek kanatlarını çırptı ve tıpkı Borges öyküsünde olduğu gibi her birimiz kendimizi ‘Yolları Çatallanan Bahçe’de bulduk.
Gelelim o hüzünlü akşamın hikâyesine…
-Cevat o akşam Sarıyer’de bir restorana gittik. Adını ve diğer detayları hatırlıyor musun?
Evet. Dicle Restoran. Sahibi hemşerimizdi. Ahmet Kaya’yla sık sık gittiğimiz bir mekândı. Ahmet bizi oraya davet etmişti. İkimizin haricinde bir de Murat Cengiz vardı. Ben Ahmet’in tek geleceğini düşünüyordum. Biz zamanında gittik restorana. Bizden yaklaşık 1 saat sonra Ahmet yanında dönemin mali şube müdürü Salih Güngörve kendisini hukukçu olarak tanıtanbaşka biriyle geldi. İki Mercedes araçla gelmişlerdi.
-Dakika bir, gol bir misali masaya geldikleri anda gerilim başladı. Benim hatırladığım Ahmet Kaya her zamanki gibi sempatik ve oldukça pozitifti. Bizleri tanıştırdıktan sonra ipler koptu. Gerginliğin asıl nedeni de Yeni Demokrasi Hareketi (YDH) oldu.
Ahmet beni YDH Diyarbakır merkez ilçe başkanı diye tanıtınca tavırlar değişti. Salih Güngör çok topa girmedi ama onunla gelen ve kendisini hukukçu olarak tanıtan hem YDH, hem de Diyarbakır’dan rahatsız oldu ve Cem Boyner’i kastederek “o homoseksüelin yanında ne işiniz var” dedi. Bu cümlesinden sonra ortam gerildi. Gündelik siyasete, faili meçhuller, hukuksuzluk, demokrasi vs.derken masaya kasvet ve gerilim çöktü. Ahmet’in çabası ortamdaki gerginliği azaltmaya yetmedi. Senin masayı terk ettiğini hatırlıyorum.
-Evet, inanılmaz gerildiğimi hatırlıyorum. Masadan kalktım. Restoran denize sıfırdı. Kıyıdaki kayalardan birine oturup denizini izledim. Sonra bazı sesler duydum. Dönüp baktığımda Ahmet Kaya ve yanındakilerin araçlarlaayrıldıklarını gördüm. Onlar gittikten sonra restorana geri döndüm.İçerde neler yaşandığını anlatabilir misin?
Gerilimin dozu hiç düşmedi. Salih Güngör dönemin yıldız emniyetçilerindendi.1990’ların başında İSKİ yolsuzluk skandalı ve bazı önemli tarihi eser kaçakçılığı operasyonlarını bizzat yürüten isimdi. Salih Güngörde o geceki tartışmanın karşı tarafındaydı ama bizi provoke etmek gibi bir niyeti yoktu. Asıl ortamı geren ve provoke eden, kendisini hukukçu/avukat olarak tanıştıran Hayrettin Ertekin isimli şahıstı ki kendisi daha sonra Ergenekon davasının kilit sanıklarından biri olarak yargılanan karanlık bir kimlikti.
-Ahmet Kaya nereden bulaşmış bu insanlara?
Aslında tesadüfen başlayan bir ilişki. Ahmet’in bir Avrupa turnesinde ödenemeyen alacağı yerine bir mercedes araba vermişlerdi. O arabanın işlemleri için başlayan bir tanışma… Salih Güngör şiir yazan biri. Böyle olunca da şiirin şarkıya dönüşmesi için ilişkiyi hep sıcak tuttuğunu düşüyorum. Daha önce de söylemiştim; bunlar Ahmet Kaya’yı bulan ilişkilerdi, ancak o da insani bir refleksle ve biraz da savunma içgüdüsüyle bu ilişkilere mesafe koymadı. Çok karanlık bir dönemdeydik. Ortalıkta ölüm listeleri uçuşuyordu ve Ahmet’in adının yer aldığı listeler de vardı.
-Onlar ayrıldığında gece yarısı olmuştu. Sonra ben restorana geldim. Moraller sıfırın altındaydı. O psikolojiyle masada kalan rakı, viski ne varsa içtik. Murat Cengiz’in evi Anadolu yakasında Üsküdar taraflarındaydı. Sonrası tam bir korku filmi gibiydi. Ne dersin bu konuda?
Opel Kadett marka bir aracımız vardı. Sonra Sarıyer’den Üsküdar’a bozuk moral ve sarhoş kafayla gittik. Murat’ı bıraktıktan sonra Avrupa yakasına dönecektik ama yolu kaybedip tekrar Üsküdar yönüne dönmüşüz. Hız sınırının çok üstünde keskin bir viraja girdiğimizi hatırlıyorum. Kendime geldiğinde deniz kıyısında sırılsıklam oturuyordum.
Yüksek hızla viraja girmek ve sahilde ıslak elbiselerle oturmak arasındayaklaşık10 dakikalık bir zaman vardı. Neredeyse son hızla sürüyordun arabayı. Birden keskin bir viraj çıktı önümüze ve araba aynı hızla kayalıkların üzerinden sekerek denize uçtu. Bundan sonrası hem mucize, hem fizik… Ataol Behramoğlu’nun, ‘Ve hayat sunulmuş bir armağandır insana’ dizesinde dediği gibi, o hüzünlü İstanbul gecesinde, Üsküdar Balıkçı Barınağı denen yerde, hayat bir armağan gibi yeniden sunuldu bize.
Araba denize düştüğünde Boğaz’ın serin suları hızla arabanın içini doldurdu. Ön camın yerinde olmadığı gördüm. Fiziğin devreye girdiği yer burası... Yüksek basınçtan dolayı ön cam olduğu gibi çıkmış. Ön camdan yukarıya yüzerek çıktım. Kıyıdan uzakta değildim. Yüzeyde sağa sola baktım.Seni göremeyince tekrar suya daldım. Araba çok derinde değildi. Deniz yüzeyinden en fazla 3 metre aşağıdaydı. Yolu kenarındaki aydınlatmalardandolayı denizde de bir görüş alanı vardı. Sevgili Cevat, suya daldığımda gördüğüm manzara çok ilginçti. Sen iki elinle direksiyonu kavramış, arabayı kullanıyormuş gibi sağa sola sallanıyordun. Sanki denizin altında değil, sakin bir yolda araba kullanıyormuş gibi... Arabanın ön camından sana doğru yaklaştım ve giysinin ense kısmından tutarak seni yukarıya çektim. Kıyıda birkaç araç birikmişti. Seni kıyıya doğru taşırken bazı insanlar denize inip yardımcı oldu ve bizi kıyıya çektiler.
Bundan sonrasını biliyorsun. Sabaha kadar üzerimizdeki ıslak elbiselerle Üsküdar Polis Karakolunda ifade vermek ve diğer bürokratik işlemlerle geçti. Bundan sonrası da ilginçti. Diyarbakırlıca söylemek gerekirse tam bir tufa… Bundan sonrasını sen hatırlatır mısın?
Bankların üzerinde sabaha kadar üzerimizden su damlaya damlaya beklediğimizi hatırlıyorum. Bir sürü ifade, tutanak, imza işleri. Üzerimde 10 bin Mark para vardı. O paranın tamamı denize gitti. Bunu polislere söyleyince, “isterseniz dalgıç çağıralım” dediler. “Çağırın” dedim. Sonra kaç kişi olsun 2 mi, 3 mü? Üç olsun dedim. “Arabayı denizden çıkarmak için vinç isteyelim mi?” dediler. “İsteyelim” dedim. O psikolojiyle, o kafayla bunları rutin işlemler sanıyorsun. Meğer öyle değilmiş. Öyle olmadığını önümüze konulan faturadan anladım. Polisler bu tip vakaları çok gördükleri için tam anlamıyla profesyonelleşmişler. Yani faturayı önümüze koyduklarında, yaşadığına şükreden ve gözü para görmeyen tipler olduğumuzu, faturayı önemsemeyeceğimiz biliyorlardı. Zaten çözümleri de hazırdı; hurdacı çağırırız, arabayı satıp borçları ödersiniz. Öyle güzel bir denge oluşmuş ki, arabanın satışı değeri tamı tamına borçları kapatıyor.
O gece polisin biri bana “niye hayattasınız biliyor musun” dedi. Niye dedim. Son hızla viraja girdiğiniz için araba, bir çakıl taşının suda sektiği gibi kayalıkların üzerinden sekerek denize uçtuğu için demişti. Bir de ben, arkadaşımı aramak için suya daldığımda onu hala araba kullanıyormuş gibi gördüm. “Bu olabilir mi” diye sordum. Polis de, bu tip durumlarda çoğu kişi şok geçirir, bilinci kapanır, ölümü bile hissetmez demişti.
Denize uçmak, polis karakolundaki bankın üzerinde damlaya damlaya oturmak, tuhaf bir ticaret üçgenine alınmak, yani tufaya gelmek vs. atlatıldıktan sonra Ahmet Kaya’ya çok öfkelenmiştim. Küfürler havada uçuşuyordu. Ona ulaşmaya çalıştın. Bunları hatırlıyor musun?
Tabi ki hatırlıyorum. Ahmet’e ulaşamayınca, jetonlu telefondan Etiler’deki evi aradım. Ahmet yoktu. Telefona Gülten çıktı. Bütün olup biteni ona anlattım. Bu adamın, yok Salih, yok Hayrettin böyle karanlık adamlarla ne işi var, onların yüzünden neredeyse ölüyorduk dedim. Ahmet’e de sıkı saydırmıştım. Yaşadıklarımız akıl alır şeyler değildi. Olay sabahı kazanın olduğu yere götürüldük. O arabadan nasıl çıkabildiğimiz anlayamadım. Tam anlamıyla bir mucize. Arabanın tavanında, ön koltukların üst tarafında belirgin bir yırtılma oluşmuştu. Demek ki araba düz değil, dönerek denize uçmuş ve zemine de düz inmiş. Araba tavanının kayalarda sekmesinin yarattığı basınçla da ön cam fırlamış. Hüzünlü ve dramatik bir Ahmet Kaya akşamından mucize eseri sağ kurtulmuştuk.