Mahmut, benim çocukluk arkadaşım, Tarsus’un sokaklarında, Çukurova’nın portakal bahçelerinde, pamuk tarlalarında birlikte boy attığım, birlikte dünyaya akıl erdirmeye çalıştığım, dahası birlikte Kürtlüğümün farkına vardığım arkadaşlarımdandı. O, Gabar’ın, ben ise Karacadağ’ın eteklerindeki bir köyden daha küçücük yaşta çıkıp gelmiştik hiç ısınmadığımız, sevmediğimiz, imkanımız olsa bir gün bile kalmayacağımız Çukurova’ya, bizi canımızdan bezdiren sivrisineklerin ülkesine, birer çamur deryası olan derelerin, kanalların, uçsuz bucaksız bataklıkların diyarına.
Lise yıllarından sonra bir daha hiç karşılaşmamıştık, Orhan Doğan’ı on binlerin eşliğinde, Mem û Zîn’e komşu ettiğimiz güne kadar, Birca Belek’in az ötesinde, Dicle’ye nazır bir yerde mahşeri kalabalığın içinde karşılaştığımız güne kadar. Ne çok sevinmiştik, ne çok yad etmiştik çocukluğumuzu, gençliğimizi, her gün gezip tozduğumuz Tarsus’un tarihi sokaklarını, en çok da takıldığımız parkını, çimdiğimiz Cetvel kanalını, kuzeyindeki Torosların yamaçlarındaki Rumlardan kalma bağ evlerini, dikenli incirlerini, üzümlerini, şehri her bir yandan saran narenciye bahçelerini, tadına doyamadığımız king mandalinalarını, her çeşit portakallarını, hele kentin güney mahallelerinde yaşayan Felah Araplar’ın bahçelerinden koparmaya kıyamadığımız yenidünyalarını, bir de kokusunu hiç sevmediğimiz pırasasını, lahanasını...
O gün, sözleştik, artık görüşelim, daha fazla geçmişe gidelim, birbirimize unuttuklarımızı hatırlatalım, bizim için bir cehennemden farkı olmayan Çukurova’da, sürgün yerinden bin beter bu el memleketinde yaşadıklarımızı konuşalım diye. Bir de doğduğu cennetten bir parça Deşta Lêlan köyüne, anlata anlata bitiremediği Bertur vadisine, güzelim şelalesine, Gabarların daha bilinmeyen ne kadar saklı bir köşesi varsa oralara, hatta çokça merak ettiğim Finik’e, Kela Elo Dîno’ya, Siirt’in dibine kadar, Dicle suyu boyunca taa en kuzeye, Botan çayıyla birleştiği yere kadar götürecekti, gezdirecekti beni. Olmadı, bir türlü zamanı denk getiremedik, birlikte ülkemizin bu en güzel yerini, Botan’ı gezemedik. Derken ondan habersiz gittiğim Şırnak’tan dönerken Kasrik Boğaz’ında, Kürtler’in ataları olarak bilinen Gutilerden kalma Kasrik Süvarisi’inin kabartmasını bulabilmek için dere boyu devam eden dimdik kayaları bir bir tararken beni yakaladı, oğlu Fırat’la birlikte. Bir zamanların geçilmez boğazı, insanların gündüz gözüyle kaçırılıp kaybedildiği Kasrik’te, tek başıma dolaşıp durduğum için azarladı beni, hızını alamamıştı ki “Çocukken de böyleydin, hep kanal kanal geziyordun, şimdi de dere dere geziyorsun, sen hiç büyümeyeceksin. Biri seni burada vursa, kaçırsa kimsenin haberi olmayacak…” demişti. Suç üstünde yakalanmış bir çocuk gibi söylediklerine sadece gülümsemiştim, biraz mahçup, biraz da sıkılmış bir halde Kasrik Süvarisi’ni bir türlü bulamadığımı söyleyebilmiştim ancak, sarılırken ona. Fazla üstüme geldiğini düşünmüş olmalı ki bu defa gönlümü almak için muziplik yaparak, “Hadi düş önüme bênamaz, yürü…” dedi, bir süre yürüdükten sonra durdu, suyun öte tarafında dimdik yükselen kayalığı göstererek, “İşte orda senin süvarin, bak orda, şurdaki yarıkta biten düz kayanın tam üstünde, şu üstteki yeşilliğin hemen altına bak, bak…” demişti. O daha konuşuyordu ki süvariyi gördüm, üst üste deklanşöre bastım, bol bol fotoğrafını çektim kadim boğazın koruyucusunun, suyun aktığı yöne, güneye bakan kadim Gutili süvarisinin her bir yandan fotoğrafını...
Daha sonra bir etkinlikte İdil’de buluştuk, şehrin ortasında kalmış yıkık dökük bir Êzidî mabetini ziyaret etmiştik birlikte. Tarihe, kültüre, doğaya olan merakımı bildiği için üşenmeden kentin hemen dışındaki taşları renk renk boyanmış kayalık bir yere götürmüştü beni, nakliye işi yaptığı kamyonetiyle. O gün akşama kadar gezdirmişti.
Beni İdil merkeze bırakırken, “Senden bir ricam olacak gazeteci, bizim şu milletvekillerine, belediye başkanlarına söyle, siyah elbiseler giymesinler, kara gözlükler takmasınlar, siyah arabalara binmesinler artık, korkudan başka bir şey hissettirmeyen siyahtan bıktık. Kırmızı olsun arabalarının rengi, sarı olsun, yeşil olsun, mavi olsun yeterki siyah olmasın, elbiseleri ise siyahın dışında her renk olur… ” demişti.
Aradan bir yıl, belki de iki yıl geçmişti ki Cizre’de sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Günlerden 14 Aralık, yıllardan 2015’ti. Mîr Bedirxan’ın kentinde, Mem û Zîn’in ülkesinde, Mele Ahmedê Cizîrî’nin yanı başında, Dicle’nin yoldaşı, sırdaşı Birca Belek’in az ötesinde amansız bir çatışma, düpedüz bir şehir savaşı yaşanıyordu. Adeta kıyamet kopuyordu Botan’ın kalbinde, Mahmut’un her gün geçtiği sokaklarda, yük taşıdığı evlerde, her yorulduğunda, dinlenmek istediğinde yaslandığı, gölgesinde nefeslendiği duvarların arkasında. Şehri çevreleyen tepelerden atılan mermiler, tankların namlularından çıkan toplar Cizre’nin her bir yanını dövüyordu. Sokaklara döşenen mayınların patlama sesleri, atılan bombaların korkunç gürültüsü vadi boyunca dört bir yana yayılıyordu, taa Cuddi’den, Gabar’dan bile duyuluyordu. Kent yanıyordu, kent kan ağlıyordu çocuklarına. Bu böyle olmaz, bu ateş durmalı, insanlar daha fazla ölmemeli, “analar ağlamamalı” dedi Mahmut’un da içinde olduğu bir grup insan, canını ortaya koymuş bir avuç ahali, beyaz bayraklarla yürüdü çatışmaların orta yerine, ölümün kol gezdiği sokakların içine doğru. Televizyon ekranında izliyorum tesadüfen, bizim Mahmut en önde, beyaz bayrak elinde, yürüyor, yürüyor, yürüyor mahalleliyle, zıhlıların makinalı tüfekleriyle taranmalarına, üç kayıp, dokuz yaralı vermelerine rağmen, dört bir yandan gelen kurşunlara göğsünü siper ede ede. Çatışmaların en yoğun geçtiği Cudi mahallesine, onun en amansız sokağına giriyorlar, yaralıların bulunduğu, daha sonra “23 Numaralı Vahşet Bodrumu” olarak bilinecek olan bodruma varıyorlar sonunda. Onca saldırıya rağmen yaralıları sedyelere alıp çıkmak istiyorlar. Her bodrumdan çıkmaya çalıştıklarında kurşunlara hedef oluyorlar, bir daha deniyorlar, bir daha taranıyorlar, bir daha, bir daha... Gündüz deniyorlar olmuyor, gece deniyorlar olmuyor, beyaz bayraklarıyla kala kalıyorlar bodrumda, çatışma ortamından çıkartmaya, bir an önce hastaneye ulaştırmaya çalıştıkları, uğurlarına canlarını ortaya koydukları yaralılarla…
Bir yolunu bulup telefonla bağlandığı televizyona, “İnsanlık nerede, nasıl hesap verecekler. Cesetlerimize mi hesap verecekler. Yazıklar olsun insanlığa. Bu insanlık kendisinden utansın…” dediği duyuldu en son, bu son defa duyduğum sesi oldu Mahmut’un. Öyle anladım bizim Mahmut kuşatılmış bir bodrumdaymış, yaralılarla kısılıp kaldığı bir yerdeymiş.
Kaç gün geçti aradan hatırlamıyorum, gün geçtikçe kuşatma daralıyor, çıkmalarına izin verilmeyen son sokak bile düşüyor, artık çatışmaya mecali kalmamışların, günlerden beri yaralı yatanların, beş çocuk babası bizim Mahmut’un da içinde olduğu beyaz bayraklı ahalinin sıkışıp kaldığı bodrum basılıyor, içindekilerle birlikte ateşe veriliyor. Öyle ki ateşte diri diri can verenlerin kemikleri bile kül oluyor, her bir kişinin bedeninden ancak geriye üç, bilemedin beş kilo kemik, kıkırdak kalıyor.
Tarsus parkındaki dev okaliptüs ağaçlarının gölgesinde, daha liseli yıllarımızda gün boyu din, felsefe, ekonomi, tarih, siyaset tartıştığım, her tıkandığımızda ise olmadık şakalar yaparak tartışmamıza renk katan, nefes aldıran, hoşluk veren, dahası gerilen ortamı yatıştıran, bitmek bilmeyen konuları bir bir düze çıkartan arkadaşımdan, Mahmut’tan iyi bir haber, bir duyum beklerken, haberlerden öğrendim ki ondan arta kalan tamı tamına beş kilo kemik vermişler, “Al bu senin eşin” demişler can yoldaşına, hayat arkadaşına, yaşam aşkı Lütfiye Duymak’a…
Evet, tamı tamına beş kilo kemik…