Ne devrimciliğin ciltlik ezber teoriğinde ne de muhafazakârlığın siyasi dervişliğinde doğruyu bulmuş sürekli anne esas duruşa geç diye tekrarlayan, omuzları lapa lapa yağan karda eğilmiş zor bela yürüyen yaşlı, huysuz bir haymatlos. Yüzü susamış, sararmış yaprak gibi soluk ve dingin. Gördüğü onca işkenceden sonra almış tüm geçmişini demirlemiş sırtına. Paltosu tek kollu, pantolonu yamalı, yamaların tümü efkârlı, iplerin ucu ejder başı gibi yarınlardan kaygılı. Mahpushanede, fukaralıkta, gıdım gıdım adalet dağıtan kindar kapılarda, iyi işlenmiş, vişne renkli mermerden yapılma musalla taşında onlarca defa ak kefene meydan okumuş bir ihtiyar.
Sinek Kalyon’nun batısında gelin gibi süslenmiş Gelincik Dağı’nın bozkır etekleri, baharda süslemeyi bekler. Nar, alıç, badem ağaçları geçen seneki erken doğumdan bezmiş. Yeşilce akan derin kalyonun kayalarını süsleyen ilk insan izlerinden kalmış ok başları, ceylan avcıları, kadınların üryan tavırları… Sırf renginden dolayı terk edilmiş, yavruları çalınmış, memeleri sarkmış tastamam siyah bir kancık gözlerini manasızca dikmiş yaşlı çulsuza. İnsanın ayak sürttüğü yerde öyle uzaklara sıkılmaz hiçbir kurşun sesi… Ölüm sıvazlar vadi boylarını, dağ başlarını… Gelenekler direnir modern çağlara. Antik Çağda Kürtlerin ataları Gutiler zamanından kalma kutsal kabul edilen kara tazı bugün bile aceleci ve itaatkâr. Kara tazının gözleri korku salar sığırcık kuşunun kanat çırpınışına… Üşüme sarar mevsimin sabırsızı koçbaşı yeşil tırtılı, çıplak dalda mahsur kalır bir başına. Kir tutmuş bedenini yeşile çalan nehirde yıkamak ister, yalpalanır birden düşer gür akan suya. Bir gün yedi gece yıkanır top top köpüklü suda. Ovalasa da temizlese de paklanmaz ayağına kelepçeli geçmişi…
Sarıçalılar, morçalılar ayağını kanatır içerler kırmızı şerbetini gene de uslanmaz, gördüğü tüm çobanları peygamber sayar. Alıçlar, bademler, narlar göklerin sahibine bin bir kibir atar. Kuşlar pisler tomurcuk vermeyen kör ocak dala. İnsan da pisler kör ocak dala. Yaşlı adam kaç mevsimdir apaklı suda halen yıkanmakta. Gündoğumuyla günbatımı arasında güneşi takip eder onu kucaklamak ister. Ne var ki yolculuğu hep aynı yerde sonlanır. Güneşi yaramaz mahalle çocuğuna benzetir oyundan çıkar. Gelincik Dağı’na tırmanır, karşısında taş kesilmiş bir kadın. Kadının kucağında taşa dönmüş bebek. Bebeğin şahadet parmağı çeyreğinden kesik. Bebek altına eder. Acemi kadın bebeğinin altını, defne tohumundan yapılmış bir ekmekle temizler. Ekmek utanır. Yaşlı adam çıkar sahneye. Taş olmuş kadının saçını çeker, onu bebeğinden ayırır. Bebek düşer kırılır. Gider Gelincik Dağı’nın başına, bir ayağı taş kesilmiş kadının omzunda. Bir bakar ki halaya durmuş kanlı canlı davullu zurnalı Kürt, Yahudi, Ermeni, Türkmen uşakları… İzler onları, samimi bulmaz halay başını. Sırtını döner, küser halay başına. Sadece halay başına, sadece halay başına.
Kulağı kesik, katı yürekli kara tazı hızlı hızlı adımlar yaşlıya doğru. İtaatkâr tazı taşların, gevenlerin, ters lalelerin arasından yel hızında süzülür, Çayır çimen temaşaya durur olacaklara. Kara tazının pembe dili bir karış dışarıda. Yaşlı adam zıplar, tam güneşe asılacaktı ki oracıkta vurulur, yivli mermi girer kanına. Kara tazı oturur başına, yalar durur maziye mıhlanmış perçinlenmiş ayaklarını. Bir yiğidin yattığı yerde baharın barışçıl otları adamın yamalarını diker. Kuru yazın vurucu sıcağında büyümüş, tohum bağlamış otlar efkârlanıp ağlarlar. Mavilerden süzülür, Hewreman’dan gelme beyaz benekli sığırcık kuşu buğday başağına konar. Başağın boynu azıcık bükülür. Toprağa karışmış yamalara bakar da bakar. O da “Anne esas duruşa geç diye” mırıldar.