“Ucuz olan yalnız insan emeği kaldı; insan emeği sudan ucuz, bedavaya!”
-Victor Hugo
Evimiz artık bir kişi eksikti. Eksik olan sadece kardeşim değildi ama; sanki sayılarla veya kelimelerle nitelendirilemeyecek bir şeyler eksilmişti, çıkıp atmosfere karışmıştı evimizin isli bacasından. Kardeşimin ölümünden sonra ben de ormana gitmeye ara verdim bir müddet. Ruhumdaki yarayı artık doğa bile iyileştiremezdi, en azından ben öyle sanıyordum. Tüm gün evimizin bahçesindeki ağacın dibinde oturup toprağa bir şeyler çiziyordum. Babam; neden okul için aldığımız defterleri ve kalemleri kullanmadığımı sordu bir keresinde, omuzlarımla istemiyorum dercesine cevap vermeye çalıştım. Kıyamazdım okul için aldığım o malzemelere, bunu en çok da babam biliyordu. Bundandır ki bir daha sormadı.
Perşembe günleri kardeşimin mezarına gidiyorduk ailecek. Bu artık bir ritüel haline gelmişti bizim için. Elimde üstü pembe beyaz çizgili maşrapayla aileme eşlik ediyordum her perşembe günü. Her gidişimizde sanki bu dünya da yaşadığım ilk perşembe günüymüşçesine yaşlar dökülüyordu gözlerimden. Gözlerim bile bilmiyordu kaç kez yaş döktüğünü, kaç damla yaş oldu bilmiyordu yırtık terliğime damlayan.
Köyümüzdeki hemen hemen her çocuk, hayatının bir döneminde dedesinin yanına gönderilirdi. Adam olsun, tecrübe öğrensin ve hayatı tanısın diye tanımlardı köy ahalisi bu durumun sebebini. Annemin benimle bu durumu konuşmasıyla anladım ki benim de vaktim gelmişti artık. Yahut kardeşimin ölümünden dolayı beni göndermek istiyorlardı. Dedemin yanına gidip hayatı bir de ondan öğrenecektim. Bir de onunla tanımlayacaktık hayat kelimesini. Kim bilir kaç farklı anlamı vardı bu kelimenin esasında.
Elimde içinde birkaç parça giysinin bulunduğu beyaz üstüne lacivert kare desenli torba, ayağımda her zaman giydiğim kayışı yıpranmış terliklerim ve kafamda birtakım düşüncelerle bahçede babamın eşeği getirmesini bekliyordum. O bırakacaktı beni dedemin evine. Babamın geldiğini fark edince irkilerek eşeğe doğru koştum. Annem, her zaman yaptığı gibi dua ve bir bardak suyla uğurladı bizi. Çevremizde biri yolculuğa çıktığı zaman nedensiz bir tedirginlik kaplardı insanın içini. Çünkü bilirdik ki dönüşü olmayan yolculuklar vardı, hayat gibi.
Dedemin evinin görünür olduğu sırada güneş tam tepemizdeydi. Saçlarımın yanacağını düşünüyordum, ara ara elimle dağıtıyordum saçlarımı hava alsın diye. Dedemin evine yaklaştığımızda yaşlı bir dut ağacının dibinde namaz kılıyordu. Mavi çizgili mendilini ağacın dalına asmış, içinde su olduğunu tahmin ettiğim çömlek testiyi de ağacın dibine yerleştirmişti. Sonradan konulmamış da sanki orada bitmiş gibi duruyordu su testisi.
Dedem, tüm heybetiyle namazına devam ediyordu. Üstünde siyah yelekli şalvarlı takımı, içinde de kolları yıpranmış beyaz gömleğiyle her zaman bir moda timsali gibiydi benim için. Dedem, gördüğüm en şık insandı. Acaba gençliğinde nasıl giyinirdi, diye geçirdim içimden. Muhtemelen gençliğinde giyimine özen gösterecek vakti bulamamıştır, diye de yanıtladım kendimce.
Babam eşeği bahçe kapısına bağlarken dedem bizi fark etti. Hiç mimik bile değiştirmeden namazına devam etti. Çünkü namaz kılmak, onun için bir seccade üzerinde Allah'ın katına yolculuk yapmaktı. Sanki yüz ifadesi bozulsa, eli yanlış bir hareket yapsa bozulacaktı tüm yolculuk. Bunu bildiğimizden biz de sessizce beklemeye koyulduk.
Namazı bitince sanki biz şimdi gelmişiz gibi sevinçli bir yüz ifadesi takındı dedem. Seccadenin yanına koyduğu topuğu kırık kundurasını ayağına geçirip bize doğru yürüdü. Sanki o konuşmadı da bir şelale şarıldadı, gök gürüldedi:
-Hoş geldiniz. Alil, en çok sen hoş geldin!
Zeynel Hebun Güler