“Yaşamak, benim kronik hastalığım.”
Murat Menteş
Gözlerimi kapattım. Yıllar önce annemin uyuduğu bu yatakta şimdi ben uyuyordum. Sanki bu yatak yıllarca beni beklemiş, üstünde ben olunca da amacına ulaşmış gibi hissediyordum. Annem, bizi birarada tutan en büyük güç olmuştu en kötü zamanlarımızda. Dedeminömürden bile görmeyeceği kadar yaşamış olan ben, yıllarca en ağır gözyaşlarımı annemin dizine damlatmıştım. Ondan öğrenmiştim gözyaşının döküldüğü yerde umutlar yeşerebileceğini. En acı günde bile güçlü olmanın, her şeye rağmen yaşamanın en büyük örneğiydi annem. Sonu gelen birçok yaşam gördüğü halde yaşamına son vermeyi aklından bile geçirmemişti. Zira değil intihar etmek, intiharı düşlemek dahi günah sayılırdı. Intihar, tedavülden kaldırılmış bir kurtuluş yoluydu bu coğrafyada. Herkes kaderini son hecesine kadar okumaya mecburdu.Ben de kaderimi okurken annemin kaderine denk gelmiştim burada. Onunla beraber uyuyacak, onunla beraber düşünecektim.
Sabahın erken saatlerinde güneş ışıklarının selam etmesiyle birlikte uyandım. Yatağımın yanı başında bulunan pencereden coşkulu sesler geliyordu. Gözlerimi ovarak doğrulduğumda gördüğüm manzara nedensiz bir neşe doldurmuştu içime. Tüm köy dedemin tarlasında el birliğiyle üzüm topluyordu. Buradaki üzüm hasadı bizim köydekine hiç benzemiyordu. Bizim köyde babam çevreden birkaç arkadaşıyla yavaş yavaş üzümleri toplardı ama burada herkes birleşip devasa bir makine oluşturmuş gibiydi. Üzümler hassas bir şekilde kasalara dolduruluyor oradan başka biri kasaları gölgeye taşıyacak olan diğer birine devrediyordu. Üst üste yığılan üzüm kasaları da üzümden bir kaleyi andırıyordu.
Yatağımdan zıplayarak hemen çizgili pijamalarımı değiştirdim. Dünki yorgunluğumu unutmuştum, sanki yıllardır bu evde hasat gününe uyanıyordum. Kapının eşiğindeki kahverengi terliği ayağıma geçirerek dedemin olduğu bağa doğru yürümeye başladım. Tahta bir kürsüye oturmuş dedem beni görünce birden yüzü parladı.
“Alil uyandın demek, gel bakalım şu altın üzümlere bak.” diye bağırdı beni görünce. Sanki tüm üzümleri koparıp bitirecekmişler de bana hiç kalmayacakmışçasına koştum dedeme doğru. Güneş’ten önce doğup sonra batan bu insanları görmek bana mutluluk vermişti.İnsan, birlik olunca daha anlamlı oluyordu. İnsan, bir araya gelerek insanlık oluyordu. İnsanlık da gelecek.
Kömür renginde altı köşeli kasketiyle dedem yavaş yavaş kasaya dolduruyordu üzümleri. Her bir salkım sanki bir tespihti, dedem de onları o denli hassas topluyordu dalından. Üzümleri toplayanlar da geniş açıda imamesi dedem olan bir tespih gibiydi. Kehribar parçaları gibi parlayan üzüm tanelerine baktıkça iştahım kabarıyordu.
“Bakma öyle üzümlere ye istediğin kadar oğlum. Ben senin yaşındayken tarlamız yoktu, başkasının hasadına giderdik. İştahımız ne kadar kabarsa da yemezdik, haram sayardık bizim olmayanı. Yiyeceğimiz her üzüm tanesi yılan olur da gece boynumuza sarılırdı. Öyle öğrenmiştik büyüklerimizden. Şimdi de üzüm var ama eski iştahım yok. Hayat da böyle oğlum. İsteğin olur ama erişecek gücün olmaz, tam erişince de eski isteğin kaybolur. Çünkü bir şeye ulaşmış olmak değil, ona ulaştığını hayal etmek ayakta tutar insanın isteğini. Hazır hem iştahın hem de üzümün varken çekinme, istediğin kadar ye.”
Farkındaydım, asıl mesele üzüm değildi.
Zeynel Hebun Güler