Doğdum. Toprağı, eziyet ve kanla yoğrulmuş bir coğrafyanın bataklığında; yeşeren bir bitki gibi doğdum dünyanın ortasına. Pamuklar içinde büyümeyi birkaç meridyen farkla kaçırmış bir neslin tohumuydum. Kerpiçlerin ve taşların ortasında yeşerdim arsızca, su yüzü görmemiş toprakların içinde bilime meydan okuyarak. Dört tarafı kerpiç, taş ve feryattan oluşan bir köyde gözlerimi açtım dünyaya. "İnsan gözünü nerede açarsa, ömrü boyunca orada atar kalbi." derdi büyüklerim. Yaşadığım yarım asırdan sonra anladım ki dedikleri bu söz yaşadıkları deneyimlerin sonucuydu. Üzerinden yarım asır geçmesine rağmen kalbim hep doğduğum o kerpiç odada atıyor, feryat figân bir ses akıyor damarlarımın içinden. Parmak uçlarıma kadar hissediyorum o odada yakılan ağıtları, kimi hüznü kimi de sevinci yansıtıyor az da olsa.
On sekiz çocuk dünyaya getirmiş bir annenin, hayatta kalan on çocuğundan biriyim. Ne kadar büyük bir şans gibi gelse de aslında şans, var olmamaktır kimi zaman. Ayak basmadan dünyaya, gezegenlerin arasından sonsuzluğa doğru kanat çırpmaktır. Çünkü yaşamak, sonsuz bir zihin tutulmasıdır kimileri için. Her açıdan şanssız biri sayılırım bu aynılıklar dünyasında. Ben, kardeşlerim, annem ve babam; hepimiz şanssız sayılırdık belki ama bu şanssızlık olmamalıydı bizim azmimizi elimizden alan. Toprak kurudu diye yemin etmezdi ki yeşermemeye. Yaşadığımız her şanssızlık bir kamçı olmalıydı bizi çalışma azmine iten.
Akranlarım dünyanın varlığının dahi farkında değilken; henüz çiçek desenli, ninemin elleriyle yaptığı beşikte sallanırken tanıdım yoksulluğun derin çukurunda olduğumuz hâlde bile vazgeçilmeyen erdemleri, her çalanın misafir edildiği evimizin o tahta kapısını. En önemlisi de çalışmanın gerekliliğini gördüm daha dünyaya ayak basmamışken. Annem, kucağında ben ve sırtında sorumluluklarıyla çalışmak için kilometrelerce yürürdü. Günümüzde daha çok kadının çalıştığı düşünülse de, kadınlar Anadolu’da daima çalışırlardı, tırnaklarıyla kazanırlardı her bir lokmayı. O yıllarda bırakın haram lokma yemeyi, haram lokmanın varlığından bile habersizdi insanlar. İnsanoğlu, ne kadar çok hayat uğraşı içinde olursa o kadar unutur kötülüğü; çünkü bilir emeğin ne demek olduğunu. İşte benim yaşadığım bölgedeki insanlar da bunun bilincindeydi. Her bir alın terinin ne demek olduğunu bilirlerdi. Ne kadar şanssızlık desem de bu tür insanların içinde yaşamak bir avantaj da sayılabilir. Bana kalırsa her insan hayatında birkaç kez tatmalı eziyetin ve yoksulluğun ne demek olduğunu. Tatmalı ki bilsin iyi ve rahat günlerin kıymetini, yoksa rahatlığın getirdiği rehavet içinde yaşamak peşinden acımasızlığı getirir. İşte böyle daha kundaktan dışarıya adım atmamışken öğrendim emeğin ne olduğunu. Belki de buydu bana büyüdüğüm zaman güç veren. Çünkü ekmeğini taştan çıkarmış, kadın erkek dinlemeden daima çalışmış bu ailenin azmi, her an ensemdeydi. İşte hayattan çıkardığım bu derslerle adadım kendimi çalışmaya, her şeye rağmen pes etmemeye. En çok baş kaldıranlar en çok ezilenlerden çıkmamış mıydı tarih boyunca? Ben de baş kaldıracaktım yaşamaya. Annem gibi, babam gibi, bu coğrafyada doğup yaşama gayreti içinde olan herkes gibi savaşacaktım hayata karşı. Yoksulluğun göbeğinde kurak topraklara ekecektim umutlarımı ve alın terimle sulayacaktım her bir karışını. Kimi zaman gökyüzünde kimi zaman toprakta ve kimi zaman da kitaplarda bulacaktım yaşama umudunu. Yaşadığım yarım asırdan sonra diyebilirim ki: Başardım! Peki bunu diyebilmek için neler yaşadım...
(Gerçek bir hayat hikâyesinden ilham alınarak yazılmıştır.)
Zeynel Hebun Güler