Elmas Bacî ve kızına…
Bu hafta sizinle Eski Diyarbekir’imizin tarihi hamamlarına doğru nostaljik bir yolculuk yapalım istiyorum. Siz de ister misiniz? ‘Evet istiyoruz!’ dediğinizi duyar gibi oldum. O halde iyi okumalar diliyorum Tigris’in siz Değerli Okurlarına…
Tarihi dokusuyla, şifahane olma özelliğiyle, buğulu sıcaklığıyla, neşesiyle, yüreğimi derinden burkan acısıyla, nostaljik atmosferiyle kadim şehrim Diyarbekir'in belleğimdeki Melik Ahmet Hamamı, Deva (Deve) Hamamı, Paşa Hamamı, Küçük Hamam, Vahap Ağa Hamamı, Çardaklı Hamamı, Suakar Hamamı ve Kadı (Kadê) Hamamı çeşitli enstantaneleriyle tıpkı siyah-beyaz bir film şeridi gibi geldi geçti gözlerimin önünden, Sanat Sokağı’ndaki Güven Hamamı'nda kaldığım üç saatlik süreçte.
Diyarbekirli hamamsız, hamam da Diyarbekirlisiz olmazdı. Eski Diyarbekirlilerin vazgeçilmezi olan hamamlarımız şehir kültürünün önemli birer köşe taşıydı. Uygarlığın farklı bir penceresinden yaşamı solumaktı adeta. Hamam tutkumuz sosyal kültürümüzün bir argumanıydı. Toplu yaşamın gerekliliği olan hamam kültürümüz temizlik ve sağlık kurallarının beraberinde getirdiği şehirleşme kültürü ve bu kültürü besleyen örf ve adetlerin sahnelendiği tarihi bir sahneydi.
Hamamlar kadın, erkek hepimizin anılarında bir şekilde yer alır. Erkekler için bu süreç 0-7 yaş, anneleri ile birlikte gittikleri yaş aralığıdır. Kadınlar hamamı kendine has özellikleriyle tipik bir laboratuar gibiydi. Gelin arama, dedikodu yapma, caka atma, fors satma, fiziğine güvenenlerin arz-ı endam ettikleri, vücutların buhar eşliğinde toksinlerden arındığı, kese ile tenlerin yenilendiği, masajla ağrıların giderildiği, tüm temizlik aşamalarının yerine getirildiği ve ne acıdır ki zengin ile fakirin de ayrıldığı dramının sergilendiği bir yerdi...
Buraya kadarı iyi, hoş, güzel. Ama hani, nerede? Kent kültürünün mihenk taşı hamamlarımız. Ne güzeldi hamamlarımız. Şimdilerde akrep yuvası, peynir deposu, ardiye olan hamamlarımız ve beraberinde yitip giden bir kültür…
Bir gün önceden başlardı hazırlıklar. Evler kıyı köşe temizlenir hamam bohçaları akşamdan hazırlanırdı. Hamam günü sabahleyin erkenden kalkar öncelikle ayax yolî temizliği yapardık. Kolay bir iş değildi ya qastaldan ya da kuyunun üstündeki tulumbadan en az on teneke su çeker, olanca gücümüzü kullanarak ayax yoluna devirirdik. Hêwşun gölge kısmına soframızı açar komşularımızı çağırır otlu, örüklü, salamura peynirler, Derik'in yeşil zeytini, kızartmalar, biber turşusu, zehter evde ne var ne yok ortaya koyar koyu ve hoş bir muhabbetle kahvaltımızı yapardık.
Kahvaltı sonrası fırıncı Tümes amcadan bir carut ataş alıp mutfaktaki ocağı demir üfürükle tutuşturarak çift kulplu bakır çamaşır kazanını ocağa bırakırdık. Analarımız en güzel renk ve desenlerle bezenmiş basma şalvarlarını giyer koca bakır teştlerin başına oturarak büyük bir performansla günün sporunu yaparlardı kale gibi önlerine yığılı çamaşırları yıkarlarken. Elbette ki zorlu bir efor harcanırdı ama ne tansiyon ne de kolesterol denen canavardan bi haber gayet sağlıklı bir yaşam sürdürürdü eli öpülesi analarımız. Tursil denen kimyasalla tanışıklık yoktu. Yeşil sabun, çamaşır sodası bazen de kül ile o çamaşırlar bir yıkanırdı ki şimdiki tam otomatik çamaşır makineleri halt etmişti. Beyaz çamaşırlar son suda çivitlenir, asılmak üzere kızlara teslim edilirdi.
-Qız sen orda ne yapîsan? Ben öldüm bu teştin öğünde, demîsen bî baş vuram, hele bu anam ne yapî?
-Ma ben durmîşam? Küçe kapîsının öğünü yıxîyam.
-O dilin de olmîya qara qarga gözün oyar.
-Ha geldim, söle baxam güzel anam. Sen ne söledin de yapmadım.
|
-Qız bahan bax hele, êle güzel seresen ki bizi qonî qomşiya rezil êtmîyesen, baxtan düşmîşem! Bî qarînın qarîlıği serdığî çamaşurdan belli olır. Bunî kulağan küpe êdesen.
-Hêç meraq etme sen, êynî ceyiz serer gibim sererem.
Güzel sermemek ne haddimize, anamız söylemezse bile dama çamaşır sermenin bir adabı vardı. Güzel silkelenmeli önce beyazlar sonra renkliler boy sırasına göre adeta bir sergi gibi serer sonra da dönüp bakardık ki bir tarafı kaymış olmasın. İşin ucunda beğenilmek vardı. Gelin bakan komşular için çamaşır sermek de bir kıstastı.
Bohçalar, kildan, nalınlar, hamam tahtası güzel bir şekilde hamam torbasının içine yerleştirilirdi. Her ailenin hamam günü belliydi. Biz genelde cumartesi günleri Süryani komşularımızla birlikte Kadê Hamamı'na giderdik. Bohçacımız Gulê Bacî günümüzü hiç kaçırmazdı. Saat on gibi kapıyı çalar, torbamızı sırtına yüklerken içindeki isyan gözlerinden okunurdu. Gulê Bacî Suryeli bir Süryani’ydi. Kızı Saliha (Seyran önceki adı) abla dönmeydi. Saliha ablayı kocası Suriye’ye kaçağa gittiği zamanlarda kaçırıp nikâhlamıştı. Kaçırıldığı günlerde Ben-u Sen bahçelerinde çalılardan yapılan bir kulübenin içinde uzun süre yaşamışlar. Daha sonra bizim bitişikteki eve gelip yerleşmişler. Bitişiğimizdeki ev, Bitlis muhacirlerinden çok yaşlı bir nenenin eviydi. Birlikte uzun yıllar bir aile gibi yaşayıp durdular. Saliha abla uzun kış gecelerinde acıklı bir film gibi olan yaşam öyküsünü bize anlatırken gözleri dalarak tel örgüleri aşar çocukluk rüyalarını gördüğü yerlere giderdi. Bu öykü farkına varmadan bizleri de beraberinden sürükler götürürdü sınırların ta ötesine. Gulê Bacî evlat hasretine dayanamamış. Bir dedektif gibi kızının izini sürmüş, gayri meşru yollardan gelerek kendini Diyarbekir’de bulmuştu. Suriye'ye de dönemiyordu, kızının yanında da kalamıyordu. Meryemana Kilisesi’nin vakfı olan Dinkçi Osman'ın dinginin yanında içinde Süryani’lerin oturduğu avlusunda koza kaynatılan koca bir mazganada küçücük bir odada hamam bohçacılığından kazandığı üç beş kuruşla yaşamını sürdürmeye çalışıyordu. Gulê Bacî kızıyla sürekli kavga içindeydi. Haklı kavgası hiç bitmedi. Yapılacak bir şey yoktu, biricik kızı Süryani Seyran artık suni bir Saliha'ydı... devam edecek
Devamını bekleyen herkese sağlık, huzur ve mutlulukla geçirecekleri bir hafta dileğiyle saygılarımı gönderiyorum.