“Kara toprağın altında, gül deren elleri gördüm.”
-Yunus Emre
Okumanın etkisinin ve kıymetinin şükür ki bilincindeyiz. Bunu daha önce birçok yazımda işledim, birçok yazıda da işleyeceğim fakat bugün bir roman üzerinden sohbet edelim istiyorum.
Gül Yetiştiren Adam, geçen yıl severek okuduğum kitaplardan biriydi. Adını o kadar çok duymuştum ki okumakta geç kaldığımı düşünmüştüm başlamadan önce, haklıymışım da. Romanı bir solukta okudum, kimi zaman iç içe geçen olay örgüsünü olabildiğince anlamaya çalıştım. Modern bir yakınma gibi geldi bana. Gerçeği iki ayrı uçta anlatan bir anlatı. Peki kim bu “gül yetiştiren adam”? Yazar neden ana karakterin yetiştirmesi için “gül”ü seçmiştir?
Emek verilerek ve düşünülerek yazılmış tüm romanlarda her imgenin, kelimenin derininde yatan bir anlam vardır. Güzel romanlar rüya gibidir, asla göründüğü gibi yorumlanmamalıdır. Özdenören gibi düşünce derinliği olan bir yazarın da imgelerinde aynı derinlik mevcuttur. Gül; birçok kültürde saflığı, sevgiyi ve duygu yoğunluğunu temsil eder. Güzel görünmesinin yanı sıra yetiştirmesinde belli püf noktalar vardır, onları uygulamazsanız açan güllerde bir şey hep eksik olur. Güzel kokar, göze hitap eder fakat hakiki güllerin dikeni de çok fazladır. Yazarın neden gülü seçtiğini şimdi daha iyi anlıyoruz. Romanda iki ayrı yaşam ve iki ayrı karakter üzerinden anlatı ilerler. Birinci karakterimiz Kurtuluş Savaşı’nda değerleri uğruna savaşmış ve uzun yıllar inzivaya çekilip gül yetiştirmeye karar vermiş biridir. Toplumun değerlerinden ve maneviyattan gittikçe uzaklaştığını ve bunu değiştirmeye gücünün yetmeyeceğini anlayınca kendi kabuğuna çekilmeye karar vermiştir, bu süreçte tek uğraşı gül yetiştirmektir.
Sürüye katılmak, sıradan olmak, herkesin yaptığını yapmak elbette kolaydır. Dışlanma hissetmeyiz, etrafımız kalabalık olur fakat bu kalabalık geçici bir kalabalıktır. Hakikat gelip çatınca yalnızlığımızın idrakine varırız. Burada şunu sorabilirsiniz: Düşüncelerimiz çoğunluğun düşünceleriyle uyuşuyorsa ne yapacağız? İşte o zaman önce düşüncelerimizi sonra çoğunluğu sorgulamalıyız. Dünya var olduğundan beri çoğunluğa uyanlar değil kendi dünya görüşü istikametinde yol izleyenler dünyada güzel bir iz bırakmıştır. İnsan olmanın kıymetini anlarsak kendimize o zaman bir yol belirlemiş oluruz. Herkesin adım attığı yolda bizim adımımız belli olmaz fakat kendi yolumuzda ilerlersek dünyada en azından “hakiki” izler bırakmış oluruz. Hele bir de hakiki yol arkadaşınız/arkadaşlarınız varsa…
Romanın diğer karakteri Sitare ise günübirlik birliktelikler, sefahat alemi üzerine kurulu bir hayat yaşar. Romanın akışı boyunca başına buyruk ve keyfi yerindedir. Arkadaşlarıyla istediği yerlere girip çıkar, istediğini yer ve içer. Öyle ki kocası hastayken tatile bile çıkar. Modern dünyanın maneviyatı yıkmasının uç bir örneğidir bu karakter. Peki ya romanın sonunda? Bazı şeylerin farkına varır fakat iş işten geçmiştir. İntihar eder.
Romandan çıkarılacak birçok ders, hakkında yazılacak birçok cümle var.
Maneviyattan uzak bir yaşam göze hoş görünür, uygulaması da kolaydır ve cezbedicidir fakat yolun sonunda hakikatin bilincine vardığımızda ne kadar yalan olduğunu anlamış oluruz. Bunun bilincine erken varmak ümidiyle. Maneviyata yaklaşmak ise zorluğu, sınanmayı, vefaya dayanmayı gerektirir; dikenine ve zorluğuna rağmen gül yetiştirmeyi. Süreç zorlu fakat hakikidir.
Dünyada her şey açık seçik ortada. Asıl sorun da burada: Açık seçik olmasına rağmen hakikati anlamamak. Daha da kötüsü, anlatmak isteyip anlaşılmamak.
5 Ağustos 2023/Hazar
Zeynel Hebun Güler