Siverek’te, Arastul ile Goktepe köyü arasında, Qefer Dede adında kadim zamanlardan kalma bir ziyaret bulunuyor, çevredeki yerleşim yerlerinden, insandan, kavga ve gürültüden uzak, yayvan bir yamacın sırtında, bir başına. Çocuk yaştan bu yana ziyaretine giderim, içimde biriktirdiğim ne kadar gerekli, gereksiz sıkıntı varsa hepisini dışarıya atmaya, ağır yükümden kurtulmaya, ruhumu dinlendirmeye çalışırım. Hatırımda kaldığı kadarıyla ilk ziyaretimi bir iki yaş ancak benden büyük çocukluğumun yoldaşı sevgili İhsan’la yapmıştık. Siverek’ten dağ, taş, dere, tepe yürüyerek Goktepe’de yaşayan teyzemlere yaptığımız kestirme bir yolculuk sırasında gerçekleştirdiğimiz bu ziyaret sırasında bende bıraktığı derin etkisi halen varlığını koruyor, en zor zamanlarımda bile bana güç oluyor, en çok da bir başına kendi yoluma gittiğim zamanlarda cesaret veriyor, hatta yol gösterici olmaya devam ediyor…
*
Hemen her yıl uğradığım yerlerin başında Göbeklitepe, yeryüzünün bilinen en eski, en büyük tapınağı geliyor. Henüz el atılmamış, yüzey araştırması dahi yapılmamış, saklı gerçeği gün yüzüne çıkartılmamış, babamın ikizi Seydo amcama ait mezarın da bulunduğu ölüler diyarının, illaki Qefer Dede ziyaretinin hikayesini bana hatırlattan Göbeklitepe, beni geçmişimize, tarihin derinliklerinde kaybolmuş bize ait hikayelere, biraz yakın olduğumuz, biraz uzak kaldığımız yaşanmışlıklarımızın kalbine, belki de ilk kutsal çağrıların hayat bulduğu yerlere götürüyor. Dev sütunlardaki hayvan kabartmalarına, özellikle de öküz kabartmasına baktıkça Sofî Baba’mın bana anlattığı Qefer Dede ile öküzü arasındaki hikayeyi hatırlıyorum, aradan geçen binlerce yıla rağmen o en eski anları yeniden yaşıyor, kutsanmış ilişkilerine tanıklık ediyor gibi oluyorum. Hayvana, bitkiye, toprağa, taşa, suya, güneşe verdiği değer, onlarla kurduğu ilişki ile anlatılan Qefer Dede, en çok öküzüyle kurduğu bağla biliniyor. İçini iyice temizlemeden, tabanını bir güzel düzeltmeden, çıplak bedeniyle gün boyu çifte koşturduğu öküzlerini yatıracak yeri yoklamadan ahıra almıyormuş, istirahata bırakmıyormuş. Kuşaktan kuşağa aktarılan bilgilere göre, bilge bir çoban olan Qefer Dede, aynı zamanda çiftçilik yapıyormuş. Filiz veren ağaçları kesmeyi, üreme yaşındaki hayvanları öldürmeyi, her yıl ekim yaparak toprağı yormayı, sel ve taşkınlıkları önleyen dere yataklarındaki kaya ve taşları kırmayı en büyük günah sayan Qefer Dede, çevresindeki insanlara güneşe hak ettiği saygıyı göstermelerini de salık veriyormuş…
*
Günümüzün deyimiyle sıkı bir çevreci, hakiki bir doğa sever olan Qefer Dede’nin mekanı bir yatır yeri olmaktan çok neolitik dönemden kalma bir tapınak, bir buluşma yeriymiş gibi geliyor bana. Yarım asır öncesine kadar her yıl Nisan ayının on dördünde, bolluğun, bereketin müjdelendiği bahar mevsiminin en güzel gününde, güneşin toprağa can olmaya başladığı zamanlarda çevredeki Arastul, Goktepe, Ûçiq, Buxdukan, Xirbêsing, Hêkiçî, Kerteş, Xerabzêrk, Oxincî, Tilbexdat gibi çevre köylerinde yaşayan insanların en güzel, en renkli elbiselerini giyerek, en temiz, en bakımlı halleriyle bir araya geldikleri, adaklar adadıkları, ortak sofralar kurdukları, yarışmalar düzenledikleri, dileklerde bulundukları, küskünlüklere son verdikleri, birbirleriyle tanıştıkları, can oldukları, birbirlerine aşklarını belli ettikleri, geleceklerine dair sözleştikleri, bir sonraki sene yeniden buluşmak üzere dağıldıkları kutsal bir mekan olarak kullanılıyormuş. Göbeklitepe’den günümüze kadar akıp gelen bir kültürmüş gibi geliyor bana yıl boyu hazırlandıkları, heyecanla bekledikleri Qefer Dede’deki buluşmalar, buluşmalarımız…
*
Her kutsal mekanın, her tapınağın kendisini var eden insanla, Tanrısal bir iradeyle buluşan bir hikayesi, dilden dile aktarılarak günümüze kadar gelen gizemli bir anlatısı, kulaktan kulağa dolaşan kutsal bir fısıltısı vardır. Arkeolojik buluntulardan binlerce yıl önce terk edildiği öğrenilen Göbeklitepe’nin gerçek hikayesini, Kürt kültürüne, diline, düşünce dünyasına, inanç sistemine yabancı, bilmem hangi ekola bağlı peşin fikirli arkeologların hayal dünyasını süsleyen gizemden uzak, bir anlamıyla başka bir evrende değil, yakınımızda, yaşamaya devam ettiğimiz kadim kültürümüzde, belki de Qefer Dede’nin, hatta Munzur Baba’nın doğayla bütünleşmiş hikayesinde, hala Silvan’da Serhuvde, Çınar’da Kur Hesin adıyla kutsal mekanlarda yaşamaya devam eden antik gelenekte aramalıyız, dünün işgalcisi katil Naram-Sin Tanrı’sından beslenen yeni yetme inançlarla, konuşulamayan tabularla üstü ürtülmüş geçmişimizin gizemini çözmeliyiz, bizi var eden ilk toplumsal değerlerimizi, ilk sözleşmemizi aydınlatma, bir anlamıyla ilk çobanların, ilk çiftçilerin, ilk duvarcıların, dahası ilk yerleşimcilerin hakikatını belleme yoluna gitmeliyiz. Elbette “Tarih günümüzde saklıdır, kadim Kürt halkının kültüründe saklıdır…” demek abartılı bir fikir olmayacaktır, bizi insanlığın tarihsel gerçekliğinden, kabul edilmek istenmeyen hakikatından uzak bir mecraya sürüklemeyecektir. Bunun için de işe bölgenin en eski halkı Kürtlere yönelik inkara, daha doğrusu Kürt diline, Kürt kültürüne, Kürt tarihine, Kürt coğrafyasındaki insanlığın ortak birikimine yönelik yasakçı zihniyeti aşmakla başlamak gerekiyor. Qefer Dede, Munzur Baba, Serhuvde, Kur Hesin kültürünü derinliğine anlama, Göbeklitepe’ye doğru yaklaşma dileğiyle…