Daha önce kadın sorunlarına odaklı romanlar yazan Rıfat Mertoğlu’nun, Taşın ve Aşkın Ezgisi, Ağıtsız Kadınlar, Tille’nin Gelini ve Kayıp Aşklar Mevsimi kitaplarından sonra Öteki Yayınevi etiketiyle çıkan “Dedemin Ayakkabıları” isimli romanı da raflardaki yerini aldı. Yazarla, yazma serüveni ve edebiyatı konuştuk.
Mümin Ağcakaya
Sayın Mertoğlu, 5. Romanınız olan “Dedemin Ayakkabıları” okuyucu ile buluştu. Bu romanınızda hangi temayı işlediniz? Neden “Dedemin Ayakkabıları”?
Memleketim Siverek ile Adıyaman toprakları arasında Fırat nehri akar ve nehir boyunca bir vadi uzanır. Bu vadi yakın zamana kadar gözlerden ıraktı, yolu yoktu, yabancıların kolaylıkla gidip görebileceği bir yer değildi. Kendi içinde acılarıyla, hayalleri, umutları ve coşkularıyla devinen, kan davaları, ölümler, talanlar yaşayan bir vadiydi… Dağlar, uçurumlar, kanyonlarla kaplı, nar bahçeleriyle süslü, cenneti andıran bir mekân. Benim çocukluğum da bu vadide geçti. 1940’lardan, 1980’lere uzanan kan davaları nedeniyle mantar gibi eşkıyaların çoğaldığı vadide, silah seslerine, ağıtlara, çığlıklara çocuk yüreğimle çok tanıklık ettim. Vadi, Siverek şehrine yaklaşık 30 km uzaklıktadır. Köylüler, ihtiyaçlarını karşılamak için bu mesafeyi yürüyerek şehre gelirlerdi. Bu geliş gidişlerinde ayakkabıları yıpranmasın, yırtılmasın diye bağcıklarını birbirine bağlar omuzlarına atar, şehrin girişinde giyerlerdi. Dönüşte de aynı şeyi yaparlardı, taşların, dikenlerin batmasıyla kanayan ayaklarını içine tuz konulmuş su dolu leğene koyar, dinlendirirlerdi. Özellikle deri ayakkabı pek bulunmazdı, ondan dolayı kıymeti çok bilinirdi. İşte, “Dedemin Ayakkabıları” ismi buradan geliyor. Bu romanda bir vadiyi anlatıyorum; vadide yaşanan kan davalarına, ölümlere, efsane aşklara, eşkıyalara, çerçilere, sofilere dokunuyorum. Çaresiz insanların hayallerini, umutlarını, acılarını, sevinçlerini vermeye çalışıyorum.
Romanı okudum, altmış yıl sonra buluşan seksen yaşlarındaki ihtiyarların nar ağacının altında karşılaşmaları çok dokunaklı. Yaşanmış bir hikâye miydi bu?
Fırat vadisi, mitolojik çağlardan bu yana insanların acılarına tanıklık etmiş bir vadi. Yakın tarihimizde ise yurtlarından koparılan Ermenilerin yaşadıkları ayrı bir trajediye tanık oldu. Vadide eskiden Ermeniler de vardı, biraz o yaraya dokundum. Yıllar sonra karşılaşan insanların hikâyeleri halen anlatılır oralarda. Tesadüf sonucu hayatta kalan Usik, altmış yıl sonra içinde büyüttüğü özlemle köyüne gelir. Bakar ki nişanlısı Satê, en yakın arkadaşıyla evlenmiş, çoluk çocuğa karışmış. Bu trajik olay bile başlı başına bir romandır aslında. Zaman bulanık bir nehirdir ve nereye akacağı belli değildir. Ve işte zaman bu iki ihtiyarı yeniden buluşturmuştur.
Ya eşkıyalar?
Ben bir vadiyi anlatıyorum. Orada eşkıyalar da, çerçiler de, dengbêjler de, sofiler de, şeyhler de, ağalar da vardı. Eşkıyalık geleneği Anadolu’da çok eskilere dayanır. Vadide ise 1940’lardan sonra hızla yayıldı. Eşkıya aslında bir tür kaçaktır, kanundan kaçar ve daha çok adi suçlular için kullanılır. Vadide onlara “mahkûm” deniyordu. Kan davası nedeniyle adam öldürenler, kanundan kaçarak, ‘mahkûmluk kürkü’ giyiyor, dağlara, mağaralara sığınıyorlardı. Bazıları yalnız, bazıları çeteler halinde gezerdi. Örneğin vadide Bekiro ünlü bir eşkıyaydı. Onların da uydukları belli kurallar vardı, mesela kadınlara ve çocuklara ilişilmezdi. Kadın öldüren eşkıya diğer eşkıyalar tarafından hemen cezalandırılırdı. Vadinin bir dönemine ayna tutan “Dedemin Ayakkabıları”ında eşkıyalar es geçilemezdi. Aynı şekilde dengbêjler de hayatın önemli bir rengiydi. Onun için sesler de ayrı bir motif olarak yerini aldı romanda.
Romanlarınızda toplumsal derinlik olmasına rağmen hemen hepsinde ‘aşk’ temasına da değiniyorsunuz. İlle de aşk olmalı mı?
İnsanı ve toplumu anlatıyorum. Aşk insana özgü, güzel bir duygudur. Her insanın geçmişinde mutlaka bir aşk yarası vardır. Roman kahramanlarımı da toplumun bir kesimindeki insanlardan seçiyorum. Öyleyse aşk kadar doğal ne olabilir? Aslında metinde neyin anlatıldığı çok önemli değil, önemli olan nasıl anlattığındır. Okuyucunun ruhuna dokunmak, onu sarsmak, ürpermesine neden olmak benim için daha önemlidir. Okuyanlar metinde kendini buluyorsa, yaratılan dünyaya yolculuk yapabiliyorsa başarılıdır yazılanlar.
Son romanımda farklı kahramanlar ve onların hikâyeleri var. Çocukluğumdan itibaren vadi ve nehir benim için gizemlidir. Özellikle 1970’lı yıllarda eşkıyalar, kaçakçılar ve çerçiler vadide cirit atıyorlardı. Eşkıyalık bir yaşam tarzı olmuştu, kan davaları, ölümler, acılar yazgısı olmuştu buradaki insanların. Dedem ve babam da ömürlerini vadiye yakın bir köyde geçirmişlerdi. Ben biraz da onları yazdım, onların acılarını, sevinçlerini, coşkularını, hayallerini, umutlarını. Çok yalnızdı vadide insanlar, herkes acılarını tek başına çekiyordu. Ben de o acıların küçük tanığıydım. İşte onları yazdım; eşkıyaları, kaçakçıları, çerçileri, sofileri, şeyhleri, dengêjleri, Ermenileri, Zazaları… Bu coğrafyanın renklerini yazdım.
Romanda “gerçeklik ve kurgu” ilişkisi hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Günümüzde artık yazma sanatı; gerçekliğinden çok estetik boyutuyla değerlendirilmektedir. Bu bağlamda yazı dış dünyayı, onun gerçeklerini birebir yansıtan bir olgu değildir. Kurgu gerçeklerin dışında çeşitli imgelerin ve dilin ürünü sayılmaktadır. Bugün artık birçok yazar; neyin anlatıldığıyla pek ilgilenmemekte, onun nasıl anlatıldığı üzerinde durmaktadır. Ama kanımca; neyin anlatıldığı da en az dilin ve imgelerin estetiği kadar önemlidir. Ben “beni” anlatan bir metni okumak isterim, ya da şöyle söyleyeyim okuduğum metinde kendimi görmek isterim. Geleneksel edebiyatta yazı dış gerçeği yansıtmakta iken, çağdaş yazıda estetik boyut ön plana çıkmakta, dolayısıyla gerçeklik ve kurgu ilişkisi yerini kurgunun egemenliğine bırakmaktadır. Artık yazılan romanlarda da “gerçeklik” kurmaca bir gerçekliktir. Günümüzde yazılanlar dil ve estetik açıdan kendi dünyasını yaratmakta, ancak bildiğimiz somut dünyayla birebir örtüşmemektedir anlatılanlar. Şu rahatlıkla söylenebilir; edebiyat bugün toplumsal gerçekleri estetik öğelerle kurgulayarak yeniden üretir. Burada önemli olan yazarın kendi gerçeklerini ne derece süsleyerek özünden uzaklaştırdığıdır. Ancak şu var ki; okuyucu da bu anlatılanları kendi “gerçeği” olarak duyumsuyorsa romana sahip çıkıyor demektir.
Romanda kurgu nasıl gelişiyor?
Hikâye netleşince, kurguyu da büyük oranda kafamda bitiririm. Yazma aşaması işin en kolay yanı. Bazı kahramanlar yazma aşamasında genel kurguyu etkileyecek davranışlar gösterebiliyor, gerekli bulursam onların peşinden giderim. Bu konuda çok da katı değilim. Kurgu özgür şekilde biçimlenebiliyor.
Nasıl bir ortamda yazıyorsunuz?
İşim gereği çok yalnız kalamıyorum. Yazarken dengbêjleri veya klasik müzik dinlemeyi tercih ederim. Gece, ortalık ıssız ve sessizken yazarım. Metne yoğunlaşmam gerek, kurguladığım dünyanın sokaklarında gezinmem gerek. Yazma benim için bir yaşama biçimidir ve artık ondan kopabileceğimi sanmıyorum.
Günümüzdeki yazar ve kitap çokluğuna ne dersiniz?
Yazar ve kitap tabiî ki çok olsun ama yazılanlar kaliteli olsun. Edebi kaygı ön planda tutulsun. Yazar adayları sırf kitap yayınlamak için yazmasın. Günümüzde ne acıdır ki, parayı bastıran kitap çıkarabiliyor. Bu konuda yayınevlerini de şiddetle kınıyorum. Sanat, özellikle edebiyat parayla olmaz. Hatır gönül için kitap yayınlanmaz. Yayınevlerinin çoğu parası olmayana kapılarını kapatıyor. Dolayısıyla ortalıkta yazardan geçilmiyor, günde kaç kitap yayınlandığını takip edemiyoruz. Büyük yayınevleri ciddi bütçeler ayırıp çıkardıkları kitapları okuyucuya dayatıyor. Parası olmayan ama iyi sanat yapan edebiyatçılar, yazarlar ne yazık ki kitaplarını yayınlama imkânı bulamıyor. Yayınevlerine gönderilen dosyalar hiç okunmadan iade ediliyor. Ben çok yaşadım bunu, metni okumadan “Yayın ilkelerimize uygun değil” veya “Yayın programımız dolu olduğundan yayınlayamıyoruz” diyerek umutlar yıpratılıyor, hevesler kırılıyor. Tekrar söylüyorum, yayınevlerinin para ile kitap yayınlaması etik değildir. Bu, edebiyatımıza zarar verir. İyi yazan birçok yazarı soğutur. Ben şahsen para ile kitap yayınlamayı etik ve doğru bulmuyorum. Yayınlanmayı bekleyen iki dosyam daha var, para istemeden, telif ödeyerek yayınlayacak yayınevlerine gönderirim, aksi halde yayınlamam daha iyi. Her yazan yazar değildir. Bazen bin sayfa da yazsanız o roman olmaz. Özgün bir dil, sağlam bir kurgu, edebi derinlik olmalı, okuyunca insanın metnin içine girmesi gerekir. Ben halen, kendimi yazar kategorisine sokmuyorum. Yazar adayıyım… Her zaman da öyle kalacağım, amatör ruh insanı canlı tutar. Okumaya, araştırmaya, incelemeye, gözlemlemeye devam edeceğim. İyi bir yazar olup olmadığıma okuyucum karar verecek.
Yayınlanan kitapların ezici çoğunluğu, birkaç hafta içinde unutuluyor, kayboluyor. Önemli olan kaybolmak değil, zamana dayanmaktır. Çok satan kitaplar bile kısa sürede unutulup gidiyor. Saman alevi gibi parlayıp sönen eserler değil, tarihe geçecek kitaplar yazmak istiyorum. Yazdıklarım okuyucunun ruhuna dokunmuyorsa, duygusal anlamda onu beslemiyorsa anlamsızdır. Para kazanmak edebiyatçının işi değildir. Ticari kaygısı olanlar en başta bu işe girişmesin.
Bu güzel söyleşi için çok teşekkür ediyorum.
Kendimi ifade etme olanağı tanıdığınız için size ve Tigris Haber çalışanlarına ben çok teşekkür ediyorum. İyi çalışmalar diliyorum.