Anılarına Hitaben…
Aziz Erim
Sunu
Yıl 981 darbeli, insanlar soğuk yemiş narenciye, vurgun yemiş dalgıçlar gibiydiler, kimi darda, kimi zorda, kimi onulmaz sevdalarda…
Her kolluk gücün elinde bir matkap delip geçiyorlar… Evvel zaman içinde Eylül, hüzün kurusu kıvamındayken, kanın şekeri düştü rakımı yükseldi, işkence tezgahlarında Edison’un ampülü patladı, Edison buluşundan utandı, gençler Filistin askılarına alınınca Narsalı İsa çarmıhdan utandı, ne mıh anladı ahşabı delip geçti, ahşap da mıhtan muzdarip, ne askı Kürtçe bilir, ne de biz Arapça, bizler de askıdan muzdaribiz
1
Mersin Mahmudiye Mahallesi, Diyar Çayocağı, kelepçeden kurtulup askere gitme zorunluluğu… “Devre kaybısın” dediler, hayatım gibi, hükümsüzdür kayıp aranmaz!
Yılbaşı, soğuk bir Ankara gecesi ayaz mı, ayaz?
Hani derler ya “Kurt yediği ayazı unutmazmış”
İlktir Ankara görmüşlüğüm, aklıma takıldı dizeler:
“Angara Angara
Seni görmek ister
Her bahtı gara…”
Nakarattayım!
Sıhhiye meydanında Hitit anıtını görünce Keçiören bellemişim, ne tuhaf bir adamım, Koyun heykeli görsem Karaman sanırım belki de…
Karaman’ın koyunu sonradan çıkar mı oyunumuz?
Gurbete aşina ben, belledim Angara’nın altını-üstünü, Maltepe yapmalı, Maltepe! Demirtepe; rota Azmi ağabeyin kahvesi, aldım Emek Diyarbakır Yurdunun adresini, ışınladım kendimi yurda… Zaman kahpe, netameli, darbeli, akşam saati almadılar içeri, korku dağları salmış her yeri! İn miyim, cin miyim, in olsam şehirde ne işim var, cin olsam şişeye tıkarlar, cazgırlığım tutar, gitmem de gitmem, hezıngamın-hezınganım, tuttu Zaza inadım, açıldı kapı, üşümüşüm; don tutmuş bıyığım, buzlanmış…
Önce faslı muhabbetle ortaya karışık sunumu güzel, karıncanın belini incitmez sorgulu-sual, ahiret soruları, piçin babası, delinin kıblesi, hâsılı tüydür, yündür, kıldır, deliye de kıble sorulmaz ki? Ve ardından iki kadim dost karşıladı beni, Gani Eza ve Adnan Satıcı aşina iki dost, malum yılbaşı, şaraplanırız, maya tutar içimiz, gerçi hamurumuz mayalı/olsun
Ne olur ne olmaz, mayalanalım…
“Ülkesiz Şarkılar Kitabından” şiirler okuduk, dostlar yâd edildi, Saraykapıdan girdik, Arbedaş çeşmesinden, Aslanlı Çeşmeden su içtik, Anzele’de çimdik, yavşakların, bitlerin belini kırdık, Küpeli Havuzunda yüzdük, İçkaleyi yad ettik Gazi Köşkünde demlendik, Ofis’de turladık, çok cümlelerin belini kırdık çokkk, nasılsa ütopyamız geniş, yer yuvarlığından daha geniş!
*
Gün döndü, öğlen sonrası, biz dünü yaşadık, ver elini zafer çarşısı; Doğu Kitabevi Ahmed Arif ve Remzi İnanç üstatlarla tanışacam, Remzi İnanç Hocayla tanıştık, Üstat bugün gelmeyecekmiş, ben süklüm-büklüm heyecanlı kırgın ayrıldık, Üstat yok ya, canım sıkkın, ver elini Sakarya Caddesi, bira içmem gerek!
*
Emek’te geceler tekin değil, Bahçelievler’de kurtlar uluyor, yankısı Emek’e düşer… Gece baskın yedik, sürüyle polis-inzibati malum darbeli dönem her tarafı darbeli matkap gibi deldiler, delgeç! Sıkıyönetim devri; yönetimi sıkmak lazımmış, ümüğü de!
Sorgu başlar, gel de derdini anlat; bin dereden su getir, kova dolmaz ki, “Taşıma suyuyla değirmen mi döner?” askerim dersem, komünistlikle suçlanırım, “Al takke ver külah!”
“Derdimi kimlere diyem,
Başım alıp nere gidem!”
Potansiyel suçluyuz, Sicilimizi bozmuşlar, daha tipimiz bozulmamış/ama Zıpkın gibiyiz
“Namlu gibi genciz!”
Rota bahçeli merkez komutanlığı, dost yaren, Gani Eza: “yeğenim “ dedi bir saat sorgulandım, hatırlı bir *ağabeyimizin kefaletiyle azad olduk!
Hani derler ya; “İn de bela zin de bela!”o misal…
* Hasan Akboğa
*
Öğlen üstü ver elini Zafer Çarşısı, dünkü olayı Remzi hocaya anlattım, güler misin ağlar mısın? —Vay komünist asker, askerliğin bitmez senin!
İnce belli kadehte çaylar söylendi…
Üstat biraz geç gelecekmiş
“Olgu, oluşum dergileriyle” tanıştım bu arada, daldım şiirlere, bir dosya şiirim var/ karalamışım Hem de kendimi paralayarak…
Şiirlerimin tümünü, efsunlamışım, kutsamışım, tılsımlamışım!!!
Üstat geldi resminden tanırım, kalktım, heyecanlıyım, ne yapacağımı bilemiyorum tedirgin ve ürkeğim nefesim avuçlarımda, yavru bir kedi gibi sinmişim pusmuşum… Bir an gözgöze geldik… —Ne o sürme gözlü civan bu ne telaş”
Bir an duraksadım, bende tık yok…
Remzi hoca:
—Bu genç asker olacak, iki gündür seni bekliyor tanışmak için, Adnan Satıcının arkadaşı” —Şu yerden bitme Adnan mı?
Daha değişik bekliyordum üstadı Diyarbakır’da kahvede gördüğüm Sıcakkanlı ve argo konuşan insanlardan farkı yoktu, hemen ısındım tedirginlik ve ürkekliği attım
—Hocam bende şiir yazıyorum…
Elimdeki dosyayı uzattım, aldı masanın üstüne koydu…
Remzi hoca:
—Çocuğun şevkini kırma Ahmed şiirlerine göz at!
Başını bir sağa bir sola çevirdi
—Remzi biliyor musun hep muhalifsin? Ağzına huni takmak lazım senin!
Dosyayı aldı bir şiir okudu buruşturdu masanın üstüne attı İki, üç, beş, sekiz… Buruşturup attı, dört şiir kaldı elde kalakala…
—Kısa şiir yaz, boyun gibi kısa, çok şiir ve kitap oku, ya da şiir yazma…
Bilgeydi, hemen etkisi altına aldı beni, omuzlarım düştü ‘demek kötü şairim’ diye düşündüm… Bir şiir vardı onu okudu...
/oyuncağımı çalan adam
dövdü beni
dövdü beni
oyuncağımı çalan adam/
üşüyorum anne güneş getir
güneş getir
bir ay karanlığında…
sevgisiz şefkatsizim
ısıtmak için günışığı getir
elbiselerim güneş koksun
aydınlık koksun
güzellik koksun
anne koksun!
—Cezaevi yattın mı sen?
—Evet, yattım hocam…
Gözlerime baktı;
—Buruşturduğum kâğıtları çöpe at!
Kutsadığım, efsunladığım, tılsımladığım şiirleri çöpe attım hem de kendi ellerimle… Bana bakıp: -Yeni bir şiir yaz bana getir, acele etme, yazdığın şiiri yüksek sesle oku, ses birbirini takip etsin kopukluk olmasın, duraksama olmasın…
-Tamam hocam anladım!
Esmer diye bir şiir yazdım 1 ay sonra tekrar uğradım üstata, çay içtik hal-hatır faslı geçti şiiri uzattım… -Kutlarım civan böyle devam et, çok şiir oku, şiir eleştirileri oku, sanatsal cümleler kur, basit cümleler kurma, kelime hazneni genişlet…
Pür sevindim pür, sanki kanatladım…
Devam edecek…