Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi’nin katledilmesinden bu yana haklı olarak çok yazıldı, çok da konuşuldu. Katili / katilleri ortaya çıkarılıncaya kadar da bu böyle devam edecek.
Malum! Hak talepkârlığı ve haklar üzerinden örgütlülük, örgütlü toplum olmak hak mağduriyetinin yaşandığı coğrafyalarda çokça öne çıkar.
Kürdistan Coğrafyası, özellikle de Diyarbakır bu anlamıyla sivil toplum örgütlülüğünde adından sıkça söz ettiren bir şehirdir. Diyarbakır’daki sivil toplum kuruluşları batı yakadaki muadillerinin tersine hayli siyasaldırlar. Mesajları da, basın açıklamaları da, talepkarlılıklarındaki cesaret ve kararlılıklarıyla da adeta “rüşt ispatı”ndan geçmiş örgütlenmelerdir.
Hele hele, Baro, İnsan Hakları Dernekleri gibi kurumlar hak talepkârlığı anlamında adeta “referans” kurumları haline dönüşerek bölgeye gelen heyet, temsiliyet ve şahsiyetlerce kanon (sürekli ve temel başvuru kaynakları) olmuşlardır.
1990’lı yıllarda boyveren “Demokrasi Platformu”ndan bu yana bu durum sürekli böyledir.
Bu baptan baktığımızda bölge stk’ları basının ve kamuoyunun sürekli gündemlerinde olmaları nedeniyle şiddetin olanca “gürültüsü” ile boyverdiği dönemlerde de devletin gadrine, zulmüne hep maruz kalmışlardır. Büroları, çalışma alanları basılmış, üyeleri gözaltına alınmış, faili meçhullere çokça kurban vermiş, sürgünlere yollanmış onbinlerce stk üyesinden söz ediyoruz.
Diyarbakır Barosunun mensupları da bu kategoride değerlendirilmekle birlike üyelerinin avukat olmaları nedeniyle “kısmen” daha korunaklı durumda hissetmişler, saymışlar kendilerini. Ama onlar da avukat kimlikleriyle bu “özgüven”lerine rağmen KCK tutuklamaları da dâhil olmak üzere muktedirin zulmünden kurtulamamışlardır.
Diyarbakır Barosunun ikinci dönemdi Başkanlığını yürüten Tahir Elçi elbette bu durumları en yakından yaşayan ve bilenlerden biriydi.
Ama Tahir Elçi’nin benim kendisini tanıdığım kadarıyla belirgin bir farkı vardı. İnsan hakları ihlalleri, özgürlük kısıtlamaları ile yakından ilgilenmenin yanında; etnik kimliklere dair duyarlılığı olan biriydi. Ve dahi kent kimliği / kent kültürü yakından ilgi alanı içindeydi. Yani "ezcümle" hak talepkârlığı meselesini geniş ölçekli değerlendiren ve savunan bir avukattı.
Onu “kent ormanı” ile ilgili bir tavır alışta da, kentin tarihi ve kültürel değerleri ile ilgili bir muhalif kimlikli eylemlilikte de ön sıralarda görmek mümkündü.
İşte sanırım “katline vacip olan” da, bu muhalif duruşuydu.
Ölümünden iki gün önce bütün kent sakinleri gibi o da duymuştu Dört Ayaklı Minarenin ayaklarından vurulduğunu. Her zaman benzer olaylarda yaptığını yapmış. Minarenin ayakları dibinde bir basın açıklaması ile protestosunu dile getirmeyi Baro olarak yapmayı / yapılmasını dillendirimişti. Bir gün önceden basına, baro mensuplarına ve ilgili kamuoyuna açıklamanın yeri, günü ve saati duyurulmuştu.
28 Kasım cumartesi sabahı Dört Ayaklı Minare önünde elindeki “İnsanlığın mirasıyım, mirasına sahip çık” dövizi ile orada öylece doğaçlama konuşmasını basına karşı yaparken fotoğraf karesine baktığımda arkasındaki "azlığı" saydım. Tamı tamına 17 kişiydiler. Evet, 17’nin çoğu avukattı, ama içlerinde avukat olmayanlar da vardı.
Olsundu! Elçi, bir yanıyla o kadim mahallenin hikâyesini, öbür yanıyla minaresini, camisini ve dahi minarenin bazalt taştan ayaklarına, sıkılan kurşunların aslında insanlığa sıkılmış kurşunlar olduğunu anlatıyordu her zamanki hızlı, heyecan dozu hayli yüksek konuşmasıyla.
Ama Tahir Elçi katledildikten sonra bugüne kadar yazanlar hiç sormamışlardı kendilerine ve aslında olması gerektiği gibi de yüksek sesle kamuoyuna! Sahi; Tahir neden onca az baro mensubu ile oradaydı ki!
Bin’in üzerinde üyesi olan Diyarbakır Barosu avukatları neden Başkanlarını orada, o kadar az sayıyla yetinerek adeta yalnız bırakmışlardı ki!
Sanırım bu soru yüksek sesle sorulmayı bi hakkın hak ediyordu.
Belki Tahir Elçi o gün olanca mütevazılığıyla sadece kendine sorarak kimselere de dememiş / demeye de dili varmamıştı. O gün cenazesinde içten olduğuna inandığım, üzüntülerine tanık olduğum çokça meslekdaşına bu soruyu sormak isterdim. Ama dilim varmadı sormaya! Sadece morg kapısında, törende ve yol boyunda birlikte yürüdüğümüz birkaç dosta söyledim. O kadar…
Sanmırım örgütlü toplum olma meselesinde işin başında olan şahsiyetleri çok yıpratıyoruz. Olanca hengame içinde çoğu kez onları yalnız da bırakıyoruz. Haksız mıyım! Bilemiyorum. Ama ben soruyu orta yere sorayım da, belki cevabını merak eden bulunur…