Nereye gitsem ardım sıra hüzün gelir
İçimde kor olmuş anılar alevlenir
12 Eylül 1980: Yıkım ve yenilginin başlangıcı, milâdıdır. Askeri darbe o kadar şiddetliydi ki etkisi hâlâ sürmekte. Diyarbakır 5 Nolu Askeri Cezaevi ise 12 Eylül’ün vücut bulmuş halidir; zamanında dünyada nam salmış en kötü on cezaevinden biriydi. En kötü olduğu döneminde aynı düşünceyi paylaştığım birçok yol arkadaşlarımla birlikte ben de kaldım bu uğursuz mekânda. Bu nedenle 5 Nolu Cezaevi’ni çok iyi bilirim. Yıllar önce yazdığım bir yazımda (11 Aralık 2011): Cezaevinde “her şey insan ruhuna acı veriyordu; duyulan her ses, görülen her görüntü insan ruhunun derinliklerinde derin yaralar açıyordu. Cesaretin, onurun ve insanlığın sınandığı yerdi; burada onuru korumak vahşetin sıcaklığını göze alarak direnişlerde cehennemi yaşamak, kabullenmek ise ruhen ölmek demekti. Zindan içinde zindan olan bu zindanın görüş kabininde bir tutuklunun kendi anasına; ‘Ana! Esas duruşa geç!’ demesinden daha yalın bir ifade var mıdır acaba o günleri esastan anlatan?” diye yazmıştım. Evet, bir tutuklu görüş kabininde annesine “Ana! Esas duruşa geç!” diyebiliyorsa, olanları anlatmaya kelimeler artık kifayetsiz kalır.
12 Eylül’ün hukuku rafa kaldırdığı günlerde sadece insanlar kötülüğün gazabına maruz kalmadı, toplumun hafızası da talan edildi. Korkunun egemen oluşundan, polis baskısından, aramalardan, gözaltı ve tutuklamalardan özel arşivlerimiz, kitaplarımız, defterlerimiz, bildirilerimiz, afişlerimiz, fotoğraflarımız da fazlasıyla nasibini aldı ve yok oldu. Ya polis/asker el koydu ya da ailelerimiz polisin/askerin eline geçmesin diye yaktı, yok etti. Geçmişe ait bellek, hafıza böylece fiziksel olarak tarumar oldu. Bu bağlamda yazılanlar bu nedenle çok önemlidir; anılar geçmişin birer tanığıdır çünkü.
Günler farkında olmadan su gibi akıp hızla geçiyor. Dün mücadeleye birlikte başladığımız arkadaşlarımız yaş itibariyle en genç olanı bugün artık 60’ın üstünde; bazılarımız için yaz bitti sonbahar başladı, bazılarımız da kışa girdi. Kaçınılmaz olan yaprak dökümü de başladı, kimin kimden önce yaşama veda edeceğini bilmiyoruz. Bu nedenle, tarihin tanıkları olan bizler vakit tamam olmadan yaşadıklarımızın, anılarımızın öte yakaya gidişimizle bizlerle birlikte kara toprağın derin sonsuz sessizliğinde yok olmasını istemiyorsak yazmalıyız, mutlaka. “Ölümden sonra kat ettiğimiz bu yolda zaman gelecek izlerimiz silinip gidecek.” Mustafa Dağcı, Elbet Gün Ağarır Anne kitabını yazarak anılarını yok olmaktan kurtardığı gibi, devletin sicil kaydına da çok önemli bir sayfa eklemiş bulunmaktadır. Arkadaşımı kutluyorum. Tevazu göstererek kitabını imzalayıp göndermesi nedeniyle de teşekkürlerimi gönderiyorum.
Elbet Gün Ağarır Anne iki bölümden oluşuyor. Birinci bölüm, “Deli Haco ve Oğlu” başlığı altında Halep’ten Diyarbakır’a uzanan uzun çarpıcı bir hikâyeyi barındırıyor. Kalabalık bir ailenin göçlerle, zorlu yaşam mücadelesiyle geçen yıllarından sonra bambaşka bir öykü başlıyor. İkinci bölümde yerini alan bu öykü, Türkiye’nin yakın tarihinin en kara döneminin kapısında başlayan kapkara, tümüyle gerçek bir öyküdür: Mustafa Dağcı’nın Antep’ten gelip Diyarbakır’da Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne kaydını yaptırmasıyla birlikte kendini politik hareketlerin içinde bulması, politikleşmesi ve ilerici gençlik örgütlenmesinin önemli kadrolarından biri olması sürecini, ardından da tutuklu yeni mezun bir doktor olarak 1982-1986 yılları arasında, dünyanın utanç yerlerinden biri olan Diyarbakır Cezaevi’nde yaşadıkları ve sonrasında özgürlüğüne kavuşması anlatılmaktadır.
Dağcı, Elbet Gün Ağarır Anne’nin bir anı kitabı olmadığını; “anıların hikâyeleştirilmesi” olduğunu belirtiyor ve ardından da, “Geçmişi değiştirmek mümkün olmadığına göre, hissemize hatırlamak kalıyor. Hatırladıklarımı da en objektif ve o günkü haliyle kaleme almaya çalıştım” diyor. (s.7.) Anılar hikâyeleştirilince anlatımda böylece risk taşımadan serbest bir anlatım gerçekleşmiş.
Dağcı, kitabında duyarlılığı olan her yazarın kendiliğinden yaptığı şeyi yapmış; yüreğinden geçenleri yazmış: Annesi Haco’yu merkeze alarak, güzel bir kurgu ve anlatımla yaşadıklarını, tanık olduğu olayları, yeri geldiğinde de mizah ve ironinin hakkını vererek edebi bir anlatımla roman türü diyebileceğim bir tarzda kitabını kaleme almış: Gözlem ve tespitlerin adil ve genellikle doğru olduğunu düşünüyorum.
Kitabın güzel yanlarından biri de Dağcı’nın, kitabında geçmişte kendisine yöneltilen eleştirilere karşı naif bir üslupla savunusunu yapmayı tercih etmesi ve geçmişte yaşanan siyasi tartışmalara, örgütsel sorunlara ve olup bitenlere değinmemiş olmasıdır. İyi de etmiş, bence. Bunların artık bir anlamının kalmadığını düşünüyorum. Zaten geçmişte içinde yer aldığımız politik hareketin, Türkiye Komünist Partisi’nin bugün küllerinden başka geriye bir şey kalmadı. Sadece düşlediğimiz yarınlar için verdiğimiz coşkulu ve umut dolu mücadelemizden geriye sömürü, baskı ve yoksulluğa, Kürt halkının hak gaspına karşı ve ana dilde eğitim hakkı için başkaldırımızın onurlu silinmez anıları ve bu mücadelede birlikte olduğumuz arkadaşlardan, yoldaşlardan bazılarıyla güzel dostluklar kaldı. Geçmişte yaşanan kırıcı tartışmaların artık ne bir önemi ne de yararı var. Bunlardan daha önemli, güzel ve gerekli olanı, var olan dostlukları insani temelde devam ettirmektir: Arkadaşlar arasında yakınlığı belirleyen şey zaman ve mekân, görüş ve görünüş değildir; karakter olduğuna inanırım.
Günlerin ağarması, adil bir dünyanın inşası, geleceğin geçmişten daha iyi olabilmesi ancak geçmişte yaşananları unutmamakla olur. Haco (Hatice) gibi hayatın ağır yükü altında yıkılmadan sabırla yürüyen hünerli ve direngen tüm annelere, Diyarbakır surlarına vuran güneş ışığının aydınlığında yeni bir yaşam biçimi düşleyenlere selam olsun!
(*) Mustafa Dağcı, Elbet Gün Ağarır Anne, Vapur Kitap, Ekim 2021, İstanbul, 258 sayfa.