Jean-Paul Sartre 1905 yılında Paris’te dünyaya geldi. Le Havre’da öğretmenlik yaptığı 1938 yılında sonradan geliştireceği birçok felsefi konuyu ele alan ‘Bulantı’ adlı romanı yayımlandı. Felsefe alanındaki asıl yeteneğini ise 1943’te çıkarmış olduğu ‘Varlık ve Hiçlik’ adlı kitabında ön plana çıkardı. Bireyin özgürlüğünün felsefi savunusundan sonra toplumsal sorumluluk konusuna doğru bir yönelme yaşadı ve bu cihette 1945-1949 yılları arasında ‘Özgürlük Yolları’ adlı dört ciltlik romanını kaleme aldı. İnsanı eylem içinde en iyi anlatabilecek türün tiyatro olduğuna karar verdiği andan itibaren; ‘Sinekler, Gizli Oturum, Kirli Eller’ gibi oyunlar yazmaya başladı. Simone de Beauvoir ile birlikte kurup yönettikleri Les Temps Modernes dergisinde de birçok yazısı yayımlandı. Kendine özgü düşünce anlayışını 1960’ta ‘Diyalektik Aklın Eleştirisi’ adlı yapıtında ortaya koyan Jean-Paul Sartre 1964 yılında layık görüldüğü Nobel Edebiyat ödülünü reddetti. Fransa’nın güncel siyasal olayları içinde de etkin rol alan Sartre, 1980’de Paris’te yaşamını yitirdi.
“Susmak Dilsizleşmek Değil, Konuşmaktan Kaçınmaktır”
O halde yaşasın ‘YAZMAK!’
20. yüzyılın yazarlarından olan Jean-Paul Sartre’ın ‘Edebiyat Nedir’ adlı eserinin yapraklarını çevirmek düştü bu yazımız için nasibimize. Doğrusu yetiştirilmeyi bekleyen işler, sağlık sorunları ve farklı koşuşturmacalar arasında bir de bu soru ağır olmadı mı demedim mi, dedim… Ama okumaya başlayınca da fikrimi değiştirdiğimi itiraf etmeliyim. Yazmak diyordu çünkü en sevdiklerim arasında sayabileceğim… Hem sonra niçin yazıyoruz ve kimin için yazıyoruz da sorular arasındaydı. Yazarın kitaba bu sorularla başlaması bu yönden isabetli olmuş diyebilirim.
Bu sorular cevabını almak için bekleye dursun; şayet kalem, kâğıt ile buluşmayı umuyorsa neyi, neden yaptığını ve kim için mürekkep dökeceğini son damlasına kadar iyi bilmeli bence… Kitabın kendi tabirince “yazar, yazarken ele aldığı nesnenin en etkin imgesini verme amacını gütse bile, hiçbir zaman her şeyi anlatamaz, söylediği şeylerden çok daha fazlasını bilir hep..” Çünkü dil eksiklidir ve lâl olur çoğu zaman; anlatmak istediklerinin oldukça uzağına da düşebilir… Kâl ile hâli anlatmak zordur ve usül olmadan vusül olmaz.
Sartre’ın, edebiyatın malzemesi olan dile genel olarak bakış açısı ise şu şekildedir; “insanın başkalarıyla ilişkilerinde deneyimlediği bir dolayımdır” ve “dil eylemektir” saptamasıyla, “dil eylem kuramı”nın en temel söylemini dile getirmiş. Bu kurama göre, “her türlü dilsel anlatım, bir eyleme yöneliktir ve bir amaç taşır” her ne kadar eksikliği olsa da…
Söz ise Sartre’a göre; “eylemin belli bir anıdır ve eylemin dışında anlaşılamaz.” ”Konuşmak, eylemektir” olarak adlandırılan her şey, daha o anda eskisi gibi olmaktan çıkmıştır artık, arılığını yitirmiştir. Yani insan, “bazı şeyleri söylemeyi seçtiği için değil, onları belli bir biçimde söylemeyi seçtiği için yazar.”diyor Sartre… Dolayısıyla bu bağlamda yazar, “yazmak da, nasıl yazacağını, neyi hangi biçimde söyleyeceğini seçmek de” bilinçli ve amaçlı seçimler ve eylemler olduğunu savunur… Sartre’ın dil ve söze ilişkin bu belirlemelerine göre; hem iletişim aracı olan dil hem de yazarın dili kullanma eylemi anlamında söz, öz yapıları gereği amaç bakımından bir nitelik kazanmış diyebiliriz.
Bana göre edebiyat alanının en fazla ihtiyaç duyduğu iki usül ve üslup ön planda olmalıdır; edeb ve bilgi… Edeb olmalı çünkü edebiyat naif ve zarif bir alan dolayısıyla bunun şart olduğu kanaatindeyim. Aynı fikirde olmayı umut ediyorum zira son zamanlarda yazıda, söylemde ve tabii ki eylemde de edebin gerekliliğini bir kez daha görmekteyiz. Bilgi olmalı çünkü bilgi yeni ufuklar açar, bilmek, atacağın adımları neyi neye göre adımlamak; sağlam bir temel yani…
Sanırım bu konuda Sartre da benimle hemfikir; eserinde ’bazı şeyleri belli biçimde söylemek’ anlatımıyla söylemek istediği şey, biçem yani üsluptur. Eserde yazınsal biçem, dilsel malzemeyi estetik hale getirmeyi amaçlayan her türlü biçimleyici çalışmanın sonucu olarak ortaya çıkar düşüncesi hakim olmuş.
Kuram ve eylem kavramlarını birleştiren yazar, eserinde aynı zamanda bir etki oluşturmayı amaçladığını yoğun bir şekilde hissettiriyor. Bir felsefeciden edebiyatı en ince ayrıntılarıyla okumak sanırım benim açımdan farklı bir duygu… Neden mi? Çünkü edebiyata ne kadar yakın hissediyorsam felsefeyle bir o kadar uzak yollarımız… Ne dersler mi çıkardım; eline kalem ve kâğıdı almak değilmiş yazmak mesela… Onu ete kemiğe büründürmek için olanca gayretin gerekliliğini… Dert edinmeyi, gerekirse derdi arayıp bulmayı ve iyi edecek çözümler üretebilmeyi. Doğru bir duruşla ve doğru yerde durup, çağından kendini sorumlu hissetmeyi kısacası...
Son olarak aslında Jean-Paul Sartre’ın yazdıklarıyla bağdaşan Dostoyevski’nin cümlesi ile bitirmek istiyorum; “her insan herkes karşısında her şeyden sorumludur.” Vesselam…