Dürtü kavramı, Freud’un insan ruhsallığını anlayabilmek açısından geliştirdiği temel kavramlardan biridir ve yeni bir teorik dil oluşturmasında önemli bir işlevi yerine getirmiştir. Dürtü kuramı düalist bir nitelik arz eder; ilk kuramda cinsel dürtüler-kendini koruma dürtüleri (benlik dürtüleri) ikiliği olarak karşımıza çıkarken, 1920 yılında Haz İlkesinin Ötesinde adlı çalışmasında ortaya koyduğu ikinci kuramında yaşam dürtüleriölüm dürtüleri karşıtlığı olarak kavramlaştırılır. Fakat bu karşıtlık, bir kaynaşmayı (fusion) da içerir. Freud (1923) yaşamın ortaya çıkışının bir paradoksu beraberinde getirdiğini vurgular: yaşamı sürdürmek ve aynı zamanda ölüme ulaşmaya çalışmak. DolayısıylaFreud’a göre yaşamın hedefi ve amacı sorunu düalist bir şekilde yanıtlanmak durumundadır. Benlik ve Altbenlik (1923) eserinde ikinci düalist kuramını yeniden ele alan Freud, ketlenmemiş cinsel dürtüyü, onun tarafından yönlendirilen hedefi ketlenmiş ya da yüceltilmiş dürtü- uyaranlarını ve kendini koruma dürtülerini yaşam dürtüleri (Eros) kutbuna dahil ederken, organik yaşamı cansız duruma geri döndürmek görevini üstlenen dürtüleri ise ölüm dürtüleri kutbuna yerleştirir. Daha kapsamlı bir tanımlama yapacak olursak: Yaşam dürtüleri yaşamı sürdürmeye yönelik tüm kuvvetleri kapsar. Kendini sevmeyi kadar başkalarını da sevmeyi içerir. Arkadaşlık kurabilmek; bağlar kurabilmek ve geliştirmek; sevmekten, sevişmekten zevk duymak; etkin olmak; girişken olmak; azimli olmak; merak duymak; ilgi göstermek; kendini ve başkalarını koruyabilmek vb. de yaşam dürtülerinin kapsamı içinde düşünülebilir. Buna karşın ölüm dürtüleri çekilmeye, dinlenmeye, uyumaya, gevşeyip sakinleşmeye, yalnız olmaktan zevk duymaya olanak tanır; nihayetinde tümüyle çekip gitmeye, ölmeye yönelik bir kuvveti içerir. Aslında ölüm dürtüleri yaşamsal birimlerin yıkımına, gerilimlerin mutlak surette denkleştirilmesine, tam bir dinlenme durumu olan inorganik duruma geri dönülmesine yöneliktir. Freud Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları’nda (1930) yaşam dürtüsü-ölüm dürtüsü karşıtlığına dönerek her iki dürtünün amaçlarını şöyle açıklar: “[Yaşam dürtüsünün amacı] yaşayan maddeyi korumak, bir araya getirmek ve daha geniş birimler oluşturmaktır; buna karşın [ölüm dürtüsünün amacı ise] bu birimleri çözmek, onları ilk hallerine, inorganik duruma geri getirmektir” (Freud, 1930, s. 118). Yine aynı çalışmada ölüm dürtüsünün iki türünü ayırt eder: Biri sessiz bir şekilde kendiliğe yönelik çalışır. Diğeri ise dış dünyaya yöneltilmiştir; nefretin ve sadizmin eşlik ettiği yıkıcılıkta görünür durumdadır. Fakat yaşam ve ölüm dürtüleri değişik derecelerde kaynaşmış[3] durumdadır (fusion), saf biçimiyle güçlükle görünebilir. Kaynaşmanın çözüldüğü durumda (defusion) her iki dürtü birbirinden bağımsız olarak kendi amacı doğrultusunda hareket eder. Saldırganlığın arttığı durumda kaynaşma çözülür; tersine, libidonun baskın olması durumunda kaynaşma daha etkili olur. “…Libido regresyonunun temeli (örneğin genital olandan anal-sadistik evreye gerileme) dürtülerin kaynaşmasındaki çözülmede yer alırken, tersine, erken bir evreden genital olana ilerleme erotik bileşenlerin kazanımıyla koşullandırılabilir” (Freud, 1923, s. 42). Psikanaliz süreci yaşam ve ölüm dürtülerinin deneyimlenmesi, araştırılması ve üzerinde derinlemesine çalışılması açısından imkân sunar. Analizan divana uzandığında ruhsal olarak bir tür doğum yolculuğuna çıkacağını duyumsayarak heyecan ve coşku duyabileceği gibi, kendini bir anda hareketsiz ve devinimsiz buluvermenin etkisiyle ölmüş olduğunu da hayal edebilir. Analiz sürecinin bir evresinde analiz odası ve divan anne rahmini temsil edebilir, analizan güvenli bir şekilde doğabilmeyi arzulayabilir. Ya da tam tersi, analizde olmaktan, divanda olmaktan o kadar huzur duyabilir ki doğmak, doğmuş olmak sakıncalı bir hale gelebilir; analizan temsili olarak rahim içi ortamın sunduğu “tatlı hayat”tan hiç çıkmak istemeyebilir!
Oysa doğmuş olmanın sorumluluğunu alabilmek kaçınılmaz bir şekilde yaşanmak zorundadır.
Zira aksi durum yaşamla bağdaşmayacaktır. Diğer yandan yaşama, ilerleyip gelişmeye yönelik kuvvetlerle, ölümden yana, ölümsever kuvvetler sürekli bir çatışma halindedir. Freud başlangıçta dürtülere dair yeni sınıflamasını biyolojik bir temele dayandırmış ve “spekülatif” olarak nitelendirmiştir (Freud, 1920). Fakat daha sonra tekrar tekrar aynı konuya dönerek bazı klinik görüngüleri anlamamızda yardımcı olacağını düşünmüş, öne sürdüğü kuramının ruhsal süreçleri kavrayabilmekte de etkili olduğunu kanıtlamaya yönelmiştir. Rosenfeld’in (1971) vurguladığı gibi, ahlaki mazoşizm, analize yönelik derinlere kök salmış dirençler, bilinçdışı suçluluk vem cezalandırılma ihtiyacı, terapiye olumsuz tepki gibi görüngüleri geliştirdiği yeni kavramlar aracılığıyla –libidinal ve yıkıcı itkiler arasındaki mücadeleyle– çözümlemeye çalışmıştır. Freud’un 1920 yılından önce değindiği, fakat yaşam dürtüsü-ölüm dürtüsü bağlamında değinmediği diğer bir klinik görüngü olan başarı karşısında yıkılma, mahvolma edimi (Freud, 1916) de geliştirilen yeni kavramsal bakış açısından düşünülebilir. Freud’un ikinci düalist dürtü kuramı psikanaliz camiasında geniş yankılar uyandırmıştır. Melanie Klein ve Klein sonrası kuramcıların kurama sahip çıktıkları ve geliştirdikleri dikkati çeker. İnsanoğlunun trajik bir olgusu olan ölüm varolmanın doğal bir koşuludur.İki tür doğum ve ölümü yaşadığı savından yola çıkarak; biyolojik ve psikolojik şekilde doğduğu ve öldüğünü söyleyebiliriz. Biyolojik doğum ve ölüm sürecinin kısa bir şekilde yaşanmasına değin psikolojik doğum ve ölümün meşakkatli ve uzun süreçte gerçekleşmesi insanın kendi tarihsel sürecindeki hikayesinin nasıl şekilleneceğinin işaretlerini barındırıyor. İnsan egosu yaşam boyunca arzusuna nesne aramakla geçirmektedir. Ego dürtüden gelen enerjiyi egoya yaşatarak yaşamın başından sona doğru küçük küçük doğum ölümler yaşanmasını sağlamaktadır. Bu şekilde yaşanacak her dürtüsel doğum ve ölüm insanı büyük ölüme hazırlamaktadır.
Ferat Özpamuk