Yaşam koşullar her geçen gün daha da insanların belini bükmeye başladı. Çarşıya pazara uğramak bir yana yanından bile zor geçer hale geldik. Ayın sonunu getirmek sırat köprüsünden geçmeye benzedi. Daha önceden kurduğumuz hayaller yerini ertelemeye, birçoğunda da karamsarlığa yerini bırakmaya başladı. Önümüzü görememek yüreğimizi daralttı. Yüreğimizin kabarması denizin gel gitleri gibi dalgalar halinde çarpıp durdu. Bu hale nasıl geldik?
Doğa bu kadar ranta açılmadan, insanın doğayla barışık olduğu; hemcinslerine saygılı olduğu dönemlerde; yaşam koşullarının bazı zorlukları olsa da; insanlar mutluydu. Günümüzün teknolojik karmaşası yoktu. Yaşam basitti ve sadeydi. Ama bir o kadar da renkliydi. Tıpkı Munzur'un kırk gözlü gözeleri gibi her yandan hayat fışkırıyordu.
Üzerine ağıtlar yakılan, efsanelere konu olan Fırat, Dicle geçtiği yerlerde insanlara yaşam kaynağı oluyordu. Doğa insanlara cömert davranıyordu. Tarih ilerledikçe yaşamak için muhtaç olduğumuz doğanın dengelerini alt üst etmeye başladık. Bunda en büyük rolü elbette egemen güçler oynadı. Ama diğerlerinin çaresizliği, kaderciliği, boyun eğmeciliğin de bir katkısı oldu.
Metropolleşen milyonluk şehirler bir kara delik gibi köylerden akın akın insanları çekmeye başlayınca; hem doğadan hem de doğal üretimden koptu. Şehirlere hapsolan insan, önce kendine sonra doğaya yabancılaştı. Bunalımdan bir türlü kurtulamadı. Daha önce köyünde yaşarken tanımadığı, duymadığı; kanserden, streste, şekere kadar, birçok hastalık yakasını bırakmadı. Sorunlar, sıkıntılar ve acıyla harmanlanan milyonluk şehirlerde insanlar gittikçe büyüyen bir yalnızlığa doğru yol aldı. İnsanların yüreği daraldı, nefes alamaz hale geldi. Özellikle orta yaşın üzerindeki kuşaklar, köylerindeki yaşamları bir özlem olarak anılarında kaldı. Artık ne geri dönebildiler ne de şehir yaşayabildiler. Yaşamın çekilir bir tarafı kalmadığı. Karamsarlık bir virüs gibi üzerlerine çöktü.
Viraneye dönen köylerin, yalnızlaşan dağların suskunluğu insanların içine çöktü. Zaman aktıkça yaşam duvarından bir taş daha düşmeye başladı. Umutlar bir tusunami dalgası gibi insanların kıyılara vurdu. Umut havaya atılan bir taş gibi yere düştü. Günlük yaşamın zorlukları insanı karamsarlığa mahkûm etti.
Ama yaşam buralara takılmayı kabul etmiyor. Yaşamın canlı gerçeği bizi gerçeğe döndürmeye zorluyor. Bir kıvılcım bizi kendimize getirmeye ve yeniden sorgulamaya itiyor. Yürekten gelen bir türkünün nağmeleri kulağımıza geldiğinde; yeniden yaşamı, umudu aşılamaya başlıyor. Kafamızı kaldırıp, bakışlarımızı ufka çevirdiğimizde; geleceği ve yaşamı gördüğümüzde. Bir de karşılaştığın dostun sıcak eli seni kendine getirmeye yetebiliyor. Karamsarlık bulutları hızla dağılmaya başlıyor. Kendini akışa kaptırmaktan alı koyuyorsun. Gelecek; yaşanacak olandadır diye düşünerek, yola devam diyorsun. Her şeye rağmen kaldığı yerden devam ediyor.
Mümin Ağcakaya