Ropörtaj: Mumin Ağcakaya
Tigris Haber- 1980’lerde Sevgili Arsız Ölümle edebiyat dünyasında büyük yankı yaratan Latife Tekin önceleri öykülerinde yoksulluğu ve gecekondu yaşamını işledi. Yazmasına zaman zaman ara verdi. Yazmaya tekrar başladığında bu kez şehri ve doğayı ele aldığı Sürüklenme ve Manves City ile yeniden dikkatleri üzerine çekti. Başkanlığını yürüttüğü Gümüşlük Akademisinde, edebiyattan ve sanattan, bilim dallarına kadar birçok etkinlik ve atölyelerin çalışmalarının yürütüldüğü kültür mekânıyla yeniden dikkatleri üzerine çeken Latife Tekinle ilginizi çekeceğine inandığımız keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.
SÜRÜKLENME VE MANVES CİTY KİTAPLARI AYNI ZAMANDA OKUYUCULARLA BULUŞTU
Edebiyat dünyası iki kitabın aynı anda çıkmasına pek alışık değil. Bu durum nasıl oldu?
Ben önce Sürüklenmeyi yazmak üzere kâğıtların başına oturmuştum. Sürüklenme üzerine düşünmüşken, kulağıma yoksulların sesi geliyor. Biliyorsunuz ben yazmaya yoksulların hikâyesini anlatarak başladım. Yoksullar hakkında yazmadan devam edemeyeceğim hissi içimi kapladı. Manves City zihnimi meşgul etmeye başladı. Bir yandan yoksullar nerde, fabrika işçileri nerde, sanayi bölgelerinde neler yaşanıyor, çalışma koşulları, çalışma kültürü nasıl değişti, yoksullar ne durumda. Epeydir yoksullar hakkında yazmıyordum. Yüzümü biraz doğaya dönmüştüm. Sürüklenmeyle birlikte sanayi bölgelerine gidip gelerek, araştırarak, düşünerek, biraz okuyarak, biraz kendi kendime tartışarak; iki kitabı bir arada yazdım. Bu yüzden de iki kitabın bir arada yayınlanmasını istedim. Pek alışıldık bir şey değil ama benim içimden öyle geldi. Nasıl karşılanacağını da çok kestiremiyordum ama fazla da düşünemiyordum. Nerdeyse iki elimle yazdım, iki kitabı aynı anda yazdım. Böyle basılsın istedim. Biraz içimde ikiye bölünür okur kimi Sürüklenmeyi, kimi Manves City’yi sever öyle okur. İki kitabı birbirleriyle yarıştırırlar, böyle duygular vardı. Bu istek baskın geldi. Yayın evi de bu isteğimi kabul etti. Böylece iki kitap bir arada çıktı.
Manves City ve Sürüklenme birbirlerini tamamlayan iki kitap gibi, ne diyorsunuz bu konuda?
Birbirinden tamamen bağımsız olarak okunabilecek iki kitap, dilleri farklı, hikâye kurguları farklı ama mesele ettikleri şey; doğa tahribatı, yoksullar, kadınlar bütün bunlar ikisinin de temel meselesi gibi ama tamamen iki ayrı kitap, birbirinden ayrı da okunabilir. Dilleri de farklı ama içten içe birbirlerine bağlandıkları, değdikleri noktalar var. İkisi yan yana okunduğu zaman, böyle çok daha geniş bir biçimde hikâyeyi, belki başka bir hikâyeyi daha hissedebiliyoruz. Yan yana iki kasabada geçiyor bu iki kitap, bahar aylarında biri baharın ilk günlerinde, biri baharın son demlerinde. Birisi tamamen yoksullar arasında, diğeri de hak arayıcıları ve aktivistler arasında; farklı farklı insanları anlatıyor. Birbirini tamamlayan dersek biri eksikmiş gibi kitaplar birbirinden ayrı okunamazmış gibi anlaşılabilir. Aslında birbirine aynalayan diyorum , Birbirine el uzatan, birbirini yankılayan öyle iki kitap.
Dokuz yıl hiç kitabınız hiç çıkmadı. Bu uzun bir ara, bu sizin için bir tercih miydi?
Daha öncede uzun aralar verdim aslında yazarken. Bu kadar olmazsa da, altı yıl iki kez ara vermiş. Yoğunlaşarak, eskiyerek ve sayıklayarak yazmayı seviyorum. Ve yabanıl bir alana girmek istiyorum. Benim için daha önce gidilmedik bir yoldan gitmek. Biraz kendini tekrar etmekten sıyrılmak, daha önce yazdığım kitapların dili çok baskın oluyor. Kulağıma melodisi ritmi işlemiş oluyor. Biraz ondan sıyrılmak içinde ara veriyorum. Bu defa ara biraz uzun oldu. Gümüşlük Akademisi Vakfı’nın başkanıyım. Biraz Vakıfla da uğraştım. Söylüyorum ben yazmaya çok genç başladım. Hayatım arka odalarda roman yazmakla geçti. Başımı kaldırdığımda kırk yaşındaydım diyorum. Yüzümü hayata da dönmek istiyorum. Hayatın kendisi de insanı çekiyor, çağırıyor. Böyle hayata kapılarak yaşamak. Toprakla, ağaçlarla, su kenarında, bahçede vakit geçirmek. Vakıfla ilgilenmek. Dostlarla olmak. Çocuklarla. Hayat çağırıyor beni. Keşke içimde hiç böyle içimde bir şey birikmese de, hiç yazmasam, hayata kapılarak yaşasam ne güzel olur.
Edebiyat dünyayı güzelleştirir mi? Kurtarır mı? Edebiyat dünyaya ne katar?
Ben kendime edebiyat dışıyım diyorum. Arkadaşlarımla da aramızda böyle bir tartışma oldu. Edebiyat yerine göre dünyayı kurtarır da yerine göre güzelleştirir de. Ama ben edebiyatı dili kullanarak, dilin dışına çıkma sanatı olarak da görüyorum. Aslında edebiyat bizi gündelik olan ve yerleşik olan boğucu hayattan sıyırır başka dünyalara götürür. Başka zamanlara götürür. Bilinç dışına doğru açılır zihnimiz. O yüzden edebiyat ya o ya bu değil. Edebiyat ne kadar büyüleyici, renkli, meraklarla, sorularla, sırlarla doluysa; edebiyata da bence öyle bakmak lazım.
Seksenli yılların başında yayınlanan Berci Kristin Çöp Masalları diğer kitaplarınızla yoksulluk meselesine edebiyat üzerinden müdahil oldunuz. Yirmi yıl arayla bu kez yoksulluğun modern zamanlardaki hali üzerine bir edebiyat söz konusu. Kitaplarınızı yoksulluk edebiyatı yapmadan yoksulluğun içinden yazmak bu da önemli bir mevzu, bu hikâyeniz hakkında ne dersiniz?
Ben yoksulluğu bu konuda edebiyat yapmak istedim. Aslında yoksullar kitap okuyorlar mı? Yoksullar kendine edebiyat yapma, yazma fırsatı bulabiliyorlar mı? Ne yazık ki bulamıyorlar. Özellikle çalışan yoksullar, özellikle işçiler, fabrikalarda çalışan insanlar. Ben onlar arasında büyüdüm. Ve kalbim hep onlarda kaldı. Tabi ki yazı yazan biri artık kendine yoksul diyemez ama yoksulluk duygumu yazmak istiyorum. Hep öyle istedim. Yani kentleri nasıl yoksullardan arındırmak istiyorlarsa, edebiyatı da arındırmak istiyorlar yoksullardan. Uzun bir süredir bizim edebiyatımızı neredeyse halksız bir edebiyat. Ben elimden geldiğince, yapabildiğimce yoksulların o dilsizliğini de dile çevirmek yazmak istedim onların hikâyelerini. Tabi sadece yoksullar hakkında yazan bir edebiyatçı da değilim. İki yazı damarım var. Ama bundan sonra belki de iki elimle yazacağım. Bir elimle yoksullar hakkında yazıp, bir elimle de belki kavramlar üzerinde düşünerek başka beni çağıran çeken konular, imgeler üstüne ilerleyerek yoluma devam edeceğim.
GÜMÜŞLÜK AKADEMİSİNİN AÇILMASI VE ÇALIŞMA ALANLARI
Edebiyat üzerinde İstanbul’un egemenliği hissediliyor. Siz Gümüşlüğü mekân seçerek nasıl bir farkındalık yarattınız? Akademi fikri nasıl oluştu? Akademide ne tür bir faaliyetiniz var?
Gümüşlük Akademisi tamamen kamusal bir vakıf. Sanat, kültür, ekoloji, bilimsel araştırma çalışmalarının yürütüldüğü merkezi bir vakıf. Ben orda olduğum için orası edebiyatçılara ait bir yer gibi algılanıyor ama aslında bilim insanlarına da açık bir yer. Biraz disiplinler arası çalışan bir vakıf. Ben kurulma sürecinde bir davet üzerine gittim ve edebiyatçılar için orda bir yer ayrıldığını öğrendim ve bu fikir de beni çok heyecanlandırdı. Kendi edebiyat evimi kurmak üzere kolları sıvamıştım. Sonra baktım ki vakfın benim enerjime çok ihtiyacı var ve böylece kurulma sürecinde vakfa destek aramak ve vakfı tanıtmak, edebiyatçı biri olduğumdan benim üstüme kaldı. İster istemez vakfın tanıtımı, sözcüsü durumuna geldim. Çok sayıda insanın emeği var. Vakıfta hem atölyeler yapıyoruz hem de vakfın alt yapısını kullanmak isteyen çalışma gruplarına mekânı açıyoruz. Oraya edebiyatçılar da geliyor fizikçiler de geliyor, psikologlarda geliyor, ressamlar geliyor botanikçiler geliyor. Benim içinde Gümüşlük Akademisi bir okul gibi oldu. Konaklama var. 25 kişi konaklayabiliyor. Üç öğün yemek çıkıyor. Bir art tiyatromuz var. Tiyatrocular geliyor. Konserler yapıyoruz. Böyle işte insanların ayaklarını toprağa basarak birlikte çalışabilecekleri bir karşılaşma bir buluşma bahçesi. Giderek daha çok insan gelip gidiyor. İnsanlar hem merak ediyor. Gençler Gümüşlük Akademisine gelmek istiyorlar. Tek başına kadınlar çıkıp geliyorlar. Atölyelere geliyorlar. Tez yazmak için gençler geliyor. Ressamlar çalışamaya geliyorlar, Açık bir bahçe akademisi. Diyarbakırlılar yolları düşerlerse uğrasınlar. İnternette sitemizden programlarımız hakkında bilgilenebilirler. Şimdi İstanbul’da da bir şubemiz var.
DOĞAYI YOK EDEN İNSAN HEMCİNSLERİNE DE ACIMIYOR
Doğanın katledilmesi, betonlaşma doğayı katledeni yaşanmaz hale getiren insan kendi soyunu da katlediyor. İnsan nereye doğru gidiyor?
Yani bugün kendi ülkemizde de doğa tahribatına tanıklık ediyoruz. Bu çok mutsuz edici bir tanıklık. Sürüklenmede ve Manves City’de doğa meselesi son kitaplarımın da temel meselesi Bir lafımız vardır hani maden mi bulacaksın derler böyle çok soruşturana sonunda ülke maden arayan insan topluluğunun yaşadığı bir ülke haline geldi. Nerdeyse her yer alt üst ediliyor. Her tarafta mermer ocakları, feldisfat, kömür, altın, nikel her yer delik deşik ve tabi bu sonuçta burası kalabalık nüfusa sahip bir ülke enerjiye de ihtiyaç var bir gün elektrikler kesildiğinde hemen mutsuz oluyoruz ama bütün bunları yapma biçimimiz üslup beni çok sarsıyor, üzüyor. Hiç köylüye sormadan, köylünün kaç zamandır dedelerinin ninelerinin yaşadığı topraklardan köylüler atılıyor. Bu özelleştirme süreciyle beraber ruhsatlandırma yapılıyor. Köylüye bir şey dayatılıyor. Şirketlerle köylüler karşı karşıya kalıyor. Hiçbir evde huzur kalmamış. Çok sayıda köy tehdit altında burada devletin şirketlerden yana tavır alması da bana çok insani gelmiyor. Bu kadar köylünün hiçe sayılması ve oysa bu duygu köylülerde yer etmiş. Oysa bütün bunlar başka türlü yapılabilir. Bir romancı olarak derinden düşündüren bir şey. Tartışarak bir arada yaşamayı bilmiyoruz biz. O köylüleri de acıtmadan, incitmeden, aşağılamadan maden bulmanın başka yolu yok mudur? Bu illa şiddetle mi yapılır. Hiç kabullenemediğim bir şey. Ben bir yazar olara ne yapabilirim. Yazmaya, anlatmaya çalışıyorum. Bu mücadelelerde kadınlar öncüler öndeler. Belki bundan sonra gidip o kadınların yanında kalıp o kadınları anlatmak istiyorum. İnsan doğanın bir parçasıdır. Hani kendi kuyusunu kazmak gibi bir şeydir. O toprak sonra bizden intikamını alıyor. O derelerin önüne beton bentleri çekersek sonra o dereler önüne katıp bizi sürükler, süpürür. Doğayı o kadar ölçüsüzce tahrip etmek, bundan ürkmemek, bu konuda fütursuzca davranmak bence hepimizin zararına. Gelecek kuşaklara biz borçluyuz.. Bize o kadar yakın zamanda tahrip edildi ki bu ülkenin doğası. Bize büyüklerimiz masmavi denizler, yemyeşil ya da kirlenmemiş topraklar bıraktılar. Biz çocuklarımıza böyle şeyler bırakamayacağız. Bütün nehirler kirlenmiş, bütün denizler kirlenmiş, bütün topraklar ilaçla çürütülmüş böyle güzel ülke, doğup büyüdüğümüz, çocukluğumuzu yaşadığımız, çocuklarımızı büyüttüğümüz ülke ben geçeceğini umutsuz görüyorum. Ben çok umutlu görmüyorum. Dur dememiz lazım.
Ama aynı şekilde bir de savaşlar var. Hem doğayı yok ediyor hem kendi soyunu yok ediyor?
Savaşlar var ben şunu söylüyorum. Hem doğayı yok ediyorlar hem de kendilerini yok ediyorlar. Ama kadınlar bu konuda daha masum. Erkekler savaşıyor. Kadınlar doğanın korunması konusunda, savaşların durması konusunda da mücadele veriyor. Erkeklerin dünyayı sürüklediği yer artık büyük sermaye ve devletler. Ölüme sürüklüyor hayatı.
NEREYE SÜRÜKLENİYORUZ?
Bu sürüklenmenin sonu iyi gözükmüyor.
Ömür biricik ve hayat çok büyüleyici. Niçin insanlar, insana dünyayı dar ediyor ve insan dünyayı zindan haline getiriyor. Tabi bütün insanlar değil, buna karşı mücadele eden insanlarda var. Ne yazık ki, kötülük hep baskın hale geliyor. Şu anda dünyaya baktığımızda sadece ülkemizde değil dünyaya baktığımızda her yerde faşizm yükseliyor. Irkçılık yükseliyor. Özgürlükler sınırlanıyor. Böyle kötü bir gidiş var. Gidiş kötü, karamsarız, ama umutsuz muyuz? Bunu söylemeye de hakkımız yok. Çünkü gelecek için, çocukların geleceği için, doğanın korunması için elimizden geleni yapmalıyız.
Yoksular için önceki dönemlere, geçmiş onlu yıllara göre daha umutsuz bir durum söz konusu, daha kötü koşullarda yaşamak zorunda kalıyorlar. Onları umutlandıracak neler var?
Ben her yönüyle dayanışma diyorum. Yoksullar, fabrika işçileri borçlandırılmış, ücretler çok düşük, hayat çok pahalı, çalışma koşulları çok ağır. Hakları çok budanmış, hiçbir pazarlık hakları yok. Çok ağır koşullarda çalışıyorlar. Sitem işçilere dayatılıyor. Örgütlenmeleri de yasak. Bu durumda işçiler adına umutlu olmak kolay değil. Yapılabilecek tek şey dayanışma ve bir araya gelerek sesimizi yükseltmemiz. Haklarımıza sahip çıkmamız. Başka türlü bir yol göremiyorum.
Tigris Haber okuyucuları için ne söylemek istersiniz?.
Diyarbakır’da olmak gerçekten çok sevinçli bir durum. Diyarbakır çok değişmiş gelmeyeli Çok uzun yıllardır gelmiyordum Diyarbakır’a. Tamamen değişmiş, kederlendim, o eski doku kaybolmuş. Geceleri fazla ışık içinde hayat başka bir şey içinde kurulmaya çalışılıyor belki. Ama kentleşmenin kendisi de kaçınılmaz bir süreç, bunun önüne de geçilemiyor. Diyarbakır’ın yaşanabilir bir şehir olarak kalması bütün şehirler gibi çok önemli, Yapılaşırken her tarafı betona boğmamak, göğü betonla kapatmamak, yeşil alanlar bırakmak, ortak kullanılacak kamusal alanların olması, yeşilin yok edilmemesi, bütün bunlar çok önemli.5 Diyarbakırlıların tüm bu konularda duyarlı olduğunu biliyorum. Mücadele ettiklerini biliyorum. Hevsel bahçeleri içinde mücadele ettiklerini biliyorum. Tarihi doku için de. Diyarbakır’da bir kentlilik bilinci var, o yüzden Diyarbakır halkına sevgilerimi ve selamlarımı gönderiyorum. İyi ki Diyarbakır var. Burada Diyarbakır’ı düşündüğüm zaman insanın içi ışıyor. Nitelikli bir okur var onu zaten biliyorum. Yıllardır Diyarbakır’a gidip gelen yazar arkadaşlarımdan, burada yaşayan şair yazar dostlarımdan. Diyarbakır ülkenin önemli kentlerinden bir tanesi, çok eski bir kültür merkezi. Kadim bir kent. Mozaik bir kent. Farklı etnik gruplardan, dinlerden, dillerden insanları bir arada yaşadığı kozmopolitlik bir yer. Bu anlamda metropol özelliği de gösteren bir kent.
12 Eylül döneminde yurt dışına gidenler çok oldu, ama mültecileştiler, oralarda kaldılar. Adeta kayıp kuşak oldular. Şimdi de aydın kesimden çok sayıda insanlar gidiyor. Ne söylemek istersiniz?
Gençlerin gitmesi bana o kadar kötü gelmiyor. Hatta şunu söylüyorum gençler artık dünya vatandaşı, hani gitmese de internet üzerinden başka yerlere ulaşıyor. Yeni bir çağın eşiğindeyiz. Yeni bir kuşak. Bizim ülkemizden gençler gidiyor, ülkemize gençler geliyor. Böyle büyük bir hareket var. Bu yüzden insanlık yolda diyorum. Güneyden Kuzeye, yoksul ülkelerden varlıklı ülkelere büyük göçler var. Tabiki çocuklarımız gitmesin, insanlar hep gitmişleri merak etmişler, göçer bir canlı zaten. Keşke bu ülkede bir arada daha mutlu bir hayat sürebilsek de çocuklarımız oralarda erimeseler. Ülkeleriyle bağlarını koparmasınlar. Kalanlar açısından da, gidenler arttıkça kalanların boşluğu büyüyor. O yüzden şimdi dünyada, küreselleşme sürecinin getirdiği sıkıntılar yaşanıyor. Birçok ülkede kendi sınırlarının aşınmasını, başka ülkelerden insanların gelmesini istemiyor. Bir yandan da göçerlerden yana olmak lazım. Hem bizim buradan gidenlerden, hem bizim memleketimize gelenlerden yana olmak lazım.
Her Şeye Rağmen Umutla Yaşamak. Her şeye rağmen umutlu olmak gerekir.
Yani umutsuz yaşanmaz. Umut da gökten yağmıyor. Sonuçda kendimiz de mücadele ederek içimizde onu büyüterek o umudu diri tutmaya çalışmak. Güzel yaşamaya devam etmek gerekir. Neşemizi kaybetmememiz lazım. Çok kolay değil ama olabildiğince.
EN BÜYÜK ÖTEKİLEŞTİRME DOĞAYA KARŞI YAPILIYOR
Doğa gereksiz olanı yakıyor belirlemeniz çok dikkat çekici, bir şey bilinir hale geldikten sonra doğa onu imha ediyor diyorsunuz. Ama burada bir başka önemli şeyin de altını çiziyorsunuz; insanoğlu hemcinslerini çok ötekileştiriyor, ama esas ötekileştirme doğaya karşı yapılıyor diyorsunuz?
Topluca doğayı ötekileştiriyor. Kedileri, kuşları, ırmakları, dağları, toprağı. Asıl öteki dediğimiz doğa.
O zaman en büyük yabancılaşma da bu değil mi?
Tabi ki, kendi yaşamını sürdürdüğü, geleceğini inşa etmeye çalıştığı zemini yok ediyor. Büyük yabancılaşmadır bu.
Bu yoğun çalışmalarınız içinde bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ediyor, yazın hayatınızda başarılar diliyoruz.
Bende size yayın hayatınızda başarılar diliyor, teşekkür ediyorum.