Doktor Martinez’i de Yolculadık!

Şeyhmus DİKEN

Doktor Martinez’i de Yolculadık!

 

Daha on gün kadar önceydi! Bir gazete için o gün defnettiğimiz yazar arkadaşımız Mustafa Gazî (Seyda) üzerine konuşmuş ve demiştim ki; “Tanıdığım arkadaşlarım içinde ikisi varki hayatları boyunca paraya tamah etmediler ve dahi bedenlerini hiç düşünmediler. En zor zamanlarda fedakârlıkta sınır tanımdılar. Seyda’yı yolculadık öte yakaya. Altay da yoğun bakımda canıyla cebelleşiyor.” Bu ifademin üzerinden çok geçmeden Altay da çoklu organ yetmezliğinden gitti işte!

 

Geriye dönüp baktığımda otuz yıldan fazla bir zaman geçmiş arkadaşlığımızın üzerinden. Sonradan adı Anadolu Lisesi olan Diyarbakır Maarif Kolejini bitirmiş. Sonra da Dicle Tıp Fakültesi öğrencisi olmuştu sevgili Altay.

 

Levent Müjde, Suat Tokat, Celal Tokat, Altay Martı’yı tanımam İşte o seksenli yılların ortalarına rastlar.

 

Ruhu şad olsun şimdi aramızda olmayan o da kara mizah ustası Mustafa Demirci’yi daha önceleri tanımıştım. Nihat ve Nesrin Şahbaz ile tanışmam da o yıllara rastlar. Ve tabi yine o yıllarda şiire hayli ümitvar girişiyle kendini saydıran şahsiyeti Yılmaz Odabaşı’nı, tiyatronun o yılların Diyarbakırındaki emektarı Cuma Boynukara’yı...

 

Altay, “ekip arkadaşları” içinde Edebiyat okurluğu ve yazma yeteneği konusundaki özelliğini hemen hissettiren bir farkındalığa sahipti.

 

Karikatür çizer ve mizah öyküleri yazardı. En ciddi muhabbetlerin bir yerinden “mizahi” bir yan çıkarırdı hep.

 

Diyarbakır Ali Emiri Ortaokulunun sokağında bir öğrenci evleri vardı. Bir akşam balık rakı muhabbetine beni bir “ağabey”leri olarak davet etmişlerdi.

 

İcabet etmiştim davete. Salondaki divanda beni “aziz mısafır” olarak oturtmuş, Altay, Suat ve Levent de karşımda oturmuşlardı. Sohbet gayet iyi akıp giderken arada bir muzipçe gülüştüklerini gözlerinin de arkamdaki duvara kaydığını fark edince dönüp bakmıştım sırtımı dayadığım duvara.

 

Duvarda Altay’ın çizimi ile bir Türkiye coğrafik haritası, üzerinde bir Atatürk resmi; altında da “misak-ı milli sınırları içinde tantana istemez” yazısı...

 

Basmıştım küfrü; “ulan puştlar, allah adamı sizin şerrinizden korusun” deyivermiştim.

 

Babası Varol amca’nın eski bir başçavuş olduğunu, askerliğin zorluğunu sürdüremeyip hayli yıllar evler istifa edip, Diyarbakır’ın Bağlar semtine yerleşip o yıllarda Seyrantepe’deki eski otogardaki seyahat firmalarından birinde yolculara bilet kestiğini öğrenmiştim.

 

İşte kaderin cilvesi; Zonguldak Bartın’lı emekçi bir baba ile Elazığlı bir anadan babasının işi nedeniyle Kilis’te doğup 4-5 yaşlarından sonra Diyarbakır Bağlar’ı mesken tutmuş bir ailenin çocuğu olarak Altay’ın yolu Diyarbakır’la kesişmişti.

 

O yılların Bağlar’ı öyle bir mahalle ve öyle bir yaşam ki; “aslanı, pençesinden tanıyan bir kuşak” sayın o yılların gençliğini...

 

Düşünün bir yanda 12 Eylül 1980’li yılların alabildiğine politik yılları. Askeri darbenin ortalığı toz-duman ettiği yıllar. Öte yanda Altay gibi kentin yüksek oktavlı politik atmosferi ile tanışık biri olmakla birlikte o yapının içinden mizahi bir eda çıkarmış olmak.

 

Sonra hekimlik, ilk görev yeri Ağrı’nın Doğubeyazıt ilçesi. Gitmiştik bir kaç arkadaş ziyaretine. Bir iki gün de evinde konuğu olmuştuk. Önceden programladığımız halde; ne Meteor Çukuru’nu, ne Ağrı dağını, ne de İshak paşa Sarayı’nı göremeden dönmüştük.

 

Her defasında Altay olanca önemsemezliği ve mukallitliği ile “boşverin ya hu, işte orada duruyor; dağ da, saray da, çukur da...” deyivermiş sonra da eklemişti: “şimdi gidersin Diyarbakır’a hiç birini göremeden geri döndük dersin” deyivermişti. Yemiş, içmiş sonra da geri dönmüştük...

Öngörüsü güçlü edebi algısı hayli derindi. Öyküleri peşpeşe dergilerde çıkıyor sonra da kitaplaşıyordu.

Benim “Sırrını surlarına fısıldayan şehir, Diyarbakır” kitabım ilk çıktığında İstanbul’dan arayıp kutlamış ve “Belki çok satan olmayacak ama her zaman ilgi gören bir başucu kitabı olacak” demişti. Dedikleri de çıkacaktı.

Sohbetini hep özlediğim, İstanbul’a her gittiğimde eğer uygunsa Suat Tokat ve Nihat Şahbaz,la, bir iki kez de Cuma Boynukara ile birlikte amiyane tabiriyle muhabbetin “belini kırdığımız” arkadaşımızdı.

Kitaplarını Altay Martı ismiyle, gazete ve dergi yazılarını Doktor Martinez ve Hazım Ruhi müstear adlarıyla yazan çok üretken bir yazardı Altay.

Dönem dergileri olan; Ekspres, Leman, Gırgır, Söz, Öküz dergilerinde yazıp çizdi. 16 sayı çıkan Fesat’ın genel yayın yönetmenliğini yaptı. Gündem’in Dr Martinez’i Altay’dı...

Kanser uzmanı / radyasyon onkoloğluğu gibi zor bir hekimlik dalı seçmişti. Çok iyi bir hekimdi. Asla paraya prim vermedi, hayatı boyunca mesleki hayatında...

Tanıdığım ender kaliteli insanlardan biriydi Altay Martı...

 

Yeri çok zor doldurulacaklardan...

 

Öldürmenin Erkek Yüzü, Ağır Aksak Öyküler, Savaş ve Kalbim, Geçkin Bir Kadın, Süleyman Bey Çocuğu ve İyilik Tanrısının Günleri isimlerini taşıyan altı kitap bıraktı ardında...

Özleyeceğiz Altay’ı, ruhu şad olsun...

8 aralık 2017 Diyarbekir

Şeyhmus Diken

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.