Diyarbakır Büyükşehir Belediyesinin düzenlediği Kitap Fuarı’nda ilgi çekici oturumlardan biri de “Doksanlarda Oradaydık” söyleşisiydi. Namık Durukan, Faruk Balıkçı ve Mürsel Acay’ın konuşmacı olduğu söyleşiye beni de Moderatör olarak yazmışlardı.
Fuarın açılışına bir gün kala ilgililerden fuar programını isteyip incelediğimde öğrendim Moderatör olduğumu!
Şaşırmakla birlikte alışkın bir ruh haliyle “olağan” karşıladım. Ne de olsa “evden” sayılırdık. Hem haber vermeye gerek de yoktu zaten! Nasıl olsa bir şekilde haberdar olur ve yönetirdik! Öyle de oldu nitekim.
Panel başlarken kolay bir moderatörlük yapmayacağımı, belki de beni moderatör olarak belirlediklerine “pişman” olacaklarını espritüel bir dille alenen söyledim.
Nitekim aynen öylece devamını da getirdim.
Katılımcıların her üçü de “Yaygın Medya” olarak kabul gören basından olan arkadaşlardı. Doksanlı yıllardan bu yana yaygın medyanın bölge ayağında gazetecilik yapmış ve yapıyordular.
Girizgâh niyetine anlattım. Bölgede gazetecilik yapmak “o yıllarda” sahiden ateşten gömlekti.
İkiye ayrılmak durumundaydı gazeteciler.
Birinci sıradakiler, hayli zamandır ve şimdilerde de “Özgür Basın” kavramını bihakkın hak eden Özgür Gündem ve devamı olarak bildiğimiz basının çalışanları / emekçileriydi. Gazeteleri kapatılıyor. Gazete büroları kurşunlanıyor. Çalışanları vurulup, yaralanıyor ve dahi öldürülüyordu. Hatta Gündem’in dağıtıcıları bile bu zulümden nasiplerini alıyorlardı.
Diğer yakada ise yaygın medyanın bölge ve merkez ayağında çalışanlar geliyordu. Bölge bürolarında çalışanlar bir şekilde gazetelerine haberlerini yapıyorlardı. Ama ertesi gün çoğu kez ortaya çıkan kendi haberlerine bizzat kendi ifadeleriyle “kendileri de şaşırdıklarını” ifade ediyorlardı. Haber, devletin bölgede yürüttüğü “Kirli Savaş”a göre yeniden dizayn edilmiş şekilde gazeteleri tarafından “servis” ediliyordu. “Biz böyle yazmamış / yapmamıştık bu haberi” deseler de; ne seslerini duyan, ne de kendilerine inanan oluyordu.
Yaygın Medyanın bir diğer grubu ise İstanbul ve Ankara’da uçakla bölgeye gelip arazi üniformaları (çoğu kez komando kıyafeti) giyip Helikopterlerle “olay mahalline” , ya da “savaş bölgesine” götürülüyor. Önceden senaryosu yazılmış metinlerle ve “resmi dille” haberlerini yazıp, ağırlanıp tekrar geldikleri gibi dönüyorlardı.
Bu ekip sanki dönemin OHAL Olağanüstü hâl bölge valisi Hayri Kozakçıoğlu’nun bir açıklamasında tarif ettiği gibi davranıyordu. “Varsayın ki Türkiye’nin Milli Takımı yabancı bir ülkenin Milli Takımı ile maç yapıyor. Basın olarak biz tarafsızız diyebilir misiniz? Tabii ki kendi ülkenizin Milli Takımını tutacaksınız.” Diyor. Ve PKK’ye karşı yürütülen savaşta basından da “gereğini yapmaları” isteniyor ve bekleniyordu.
Tablo üç aşağı beş yukarı buydu…
Şimdi böylesine bir tablo içerisinde başlığı bile İstanbul eksenli gibi hazırlanmış olarak “Oradaydık” yerine “Buradaydık” olması gereken bir panelde elbette hakkaniyetli gazetecilerin söylemesi gereken bu gerçekliğin teyidi olmalıydı.
Nitekim aynen öyle de odu. Panel konuşmacıları gazeteci arkadaşlar kendi anıları manzumesinden paylaşımlarla “bu mealdeki konuşmamı” ispat-ı vücutla teyit ettiler.
Belki de bitirirken şunu vurgulamak yerinde olur, panelde de söyledim; Keşke konuşmacılara Özgür Basın’dan da biri dâhil edilmiş olsaydı. Hem daha hakkaniyetli olurdu, hem de birinci ağızdan “sözün sahiplerinden” biri konuşmuş olurdu…