Giresunludur, babasının öğretmen olma görevinden dolayı çocukluğu; Adana, Mersin’in kasaba ve ilçelerinde geçer. O bu süreci Anadolu’yu tanıma biçimi olarak görür. Hayatı önce gezerek sonra okuyarak öğrenir.
İnsanın hayata dair sorumluluk duymaya başlamasıyla birlikte çözüm için arayışlara başladığını ve bu istemin insanı ya siyasete ya da edebiyata, sanata götürdüğünü söyleyen Yazar, şair Salih Aydemir; Diyarbakır’a her gelişinde kendisini heyecanlandırdığını, huzur bulduğu ve kendisini rahat hissettiğini belirtti.
Aydemir Diyarbakır'a olan özlemini şöyle dile getirdi: “Dünü bulduğum bir yer. Değerlerimle buluştuğum bir yer. Ayrıksı olmadığım, dışlanmadığım, beni içine alan bir yer. İnsanı sarıp sarmalayan, kendini yabancı hissetmiyorsun ve direk sana sarılıyor. Onun sıcaklığı yetiyor.”
Sanat, yazma ve okuma bizi nasıl içine çekiyor?
Yaşam derdi olan, yaşamla hesaplaşmayı sürdürebilen insanların sığındıkları tek bir kanal var: Sanat. Sanata sığındığınız zaman birey kavramının üzerinize getirdiği toplumsal koşullar ne olursa olsun, size dayatılmış olan bir şeyi reddediyorsunuz. Bu, yaşadığınız mahallede, evde, aynı zamanda yaşadığınız coğrafyada reddettikleriniz yerine bir şey ortaya koymaya çalışıyorsunuz. Bir çıkış noktası, bir nefes alma biçimi. Çıkışı düşünmeye, okumaya, yaratmaya, dönüşmeye ve nitelikli bir eyleme dönüştürmeye çalıştığınız an, bir şey yapmak zorunda kalıyorsunuz. O kaldığınız nokta sizin kendinize sordunuz bir soruyla başlıyor. Neden okuyorum? Aslında ilk sorunuz bu. Neden yaşıyorum sorusuna çok sonradan giriliyor. Ne için okuyorsunuz, kimin için okuyorsunuz? Yani okuduklarınızın sonrasında size ne getireceğini bilmediğiniz, bir boşluğa doğru bir akış yaşıyorsunuz. Bu akışın takipçisi olduğunuz süre içerisinde öyle bir noktaya geliyorsunuz ki, okumanızın getirdiği sorular size hiç farkında olmadan, bir kaleme ihtiyaç duymaya başlıyorsunuz. Ve o kalemi bulduktan sonra da not almaya başlıyorsunuz.
Yazmakla okumak arasında hayatımıza dair kurduğumuz ince çizgiler var. O çizgilerinizi ayırmaya başladığınızda kendinle hesaplaşmaya başlıyorsunuz. Bir soru var kafamızda onun için okuyoruz. Hayata dair ve hayatla olan karşılaşmamız, hesaplaşmamız var. Bu hesaplaşmada okuduğumuz metinlerden kendimize sorduğumuz bir soru var. Ben kimim? Sorusuna geliyorsunuz. Okuduklarımızla geliyoruz buna. Bu yetmiyor daha çok okuyoruz. Bütün disiplinlerle bağlantı kuruyoruz ama bir çıkış yaratamıyoruz.
Geleneksel toplumsal sistemler bireyi eziyor. Birey ezildikçe, geriye tek bir şey var. Direnmek. Sait Faik yazmazsam çıldırırım diyor. Virginya Wolf başka bir şey söylüyor. Frida başka bir şey söylüyor. Hep soruluyor ya yazmasaydınız ne olurdu diye. Okumakla yazmak arasında hiçbir farkın olmadığını belirtmek istiyorum.
Okuyucularımız sizi tanımak isterse neler söylemek istersiniz? Edebiyata ne zaman ve nasıl başladınız?
İnsanın edebiyatla buluşması ve geçmişi açıkçası çok kolay cevaplanacak bir şey değil. İnsan hayata ve yaşadığı topluma bir duyarlılığı, sorumluluğu varsa bir şekilde çıkışını aradığı yerdir edebiyat. Yaşın çok önemli olduğunu düşünmüyorum. Ama görme biçimi duyma biçimi çok önemli. Hissettiğiniz çok önemli. Küçük yaşlar, orta yaşlar ayrımı yapmaktan yana değilim ama duyarlılık. Yaşadığınız çevreye karşı gösterdiğiniz duyarlılık sizi eninde sonunda ya politikaya ya da sanata götürüyor. Ya sanatın içindesiniz ya da politikanın. İkisini de bir arada götürüldüğü süreçler de vardır.
Ama politikanın sizi getirdiği nokta bazen dayatmayı getirir, kendi özgürlüğünüzü sınırlayabilir. Edebiyat bu anlamda size bir kapı açar. Kendinizi bulma anı. Zaman dilimi olarak benim en büyük rahatsızlığını duyduğum edebiyatla iç içe olduğum bir dönem, politikadan duyduğum bir hayal kırıklığı. Politik hayallerimin toplumsal anlamda duyduğum, hissettiğim ve yaşamak istediğim hayal kırıklığımı taşıyabileceğim başka bir çıkışı olmadığı için edebiyata yönelip, yaş ne olursa olsun o duyarlılıkla edebiyata girdim. O zaman dilimi içerisinde bu geçişi yaşadım. Genç mi dersiniz, yaşlı mı dersiniz? Ne zaman? Yaşadığım çevreye duyarlı olmaya başladığım zaman, edebiyatla da tanışmaya başladım.
Babanızın mesleğinden dolayı çocukluğunuzda çok yer dolaştınız. Bu kadar yer dolaşmak sizi nasıl etkiledi?
Giresunluyum, fakat çocukluğum daha çok Adana ve Mersin’de hep bir sürgün hayatı gibi geçti. O yüzden bir kasaba çocuğuyum, taşra çocuğuyum. 30 yıldır metropolde yaşıyorum ama ne öğrendiysem taşrada öğrendim. Küçük yerleri küçük görenlerden nefret ettim. Küçük yerlerden kocaman insanların çıkacağını öğrendim. Çünkü orada insan çok daha iyi beslenebiliyor. Kasaba kasaba, ilçe ilçe hep gezdik. Bu sayede Anadolu'yu daha iyi tanıdım. Yaşadığım coğrafyayı tanıma biçimiydi. Çocukluğumun en zengin varlığı bu oldu diyebilirim. Birinci elden hayatı en genç yaşta gezerek öğrenme biçimiydi. Kitaplar ikinci eldi. Onu sonradan yaşadıklarınızla tamamlıyorsunuz.
Yazarlığınız dışında başka bir uğraşınız var mı?
Yazarlığım dışında uzun bir süre öncesinde hiçbir işte çalışmadım. Babamla sürekli inşaatlarda birlikte çalıştık. Mecliste danışmanlık gibi aktif bir siyasi sürecim oldu. Ülkenin tepeden değil de tabandan yönetilmesini algılayacak bir sistemin bu coğrafyada olmadığını fark ettim. Daha sonra öğretmenliğe döndüm. Öğretmenliği yapmak zorunda kaldım. Geçimimi öğretmenlikle sürdürüyorum.
Yazmak için nedenler çok mu?
O kadar çok ki. Avrupa'da kaldığım üç ay gibi bir sürecim de oldu. 80 süreci bizi darmadağın eden bir yapıya dönüştü. Mecliste olduğum dönemde ‘İşsizler Derneği’ni kurduğumuzda hep şu isyanı taşıdım; Darbe olduğunu gören ve direnmeyen insanlardan rahatsız oldum. Bir yere gitmeyip kalanlara, bedelini ödeyenlere hep saygı duydum. Hayata bakış açımda da bu hep oldu. Bunu biraz edebiyat olarak da düşündüm. Çünkü yazmak bir direnme biçimi, kalmak biçimi.
Edebiyat nasıl algılanmalı? Neleri dile getirmeli? Bir edebiyatçının duruşu ne olmalı?
Bir edebiyatçının temel değeri önce kendine bir öz saygısını yaratmalı. Kendisi ile olan hesaplaşmasını çok iyi çözmeli. Cümleleri, sözcükleri, harfleri ve sesleri ile barışık olmalı. Edebiyatçı hangi sanat türüyle uğraşırsa uğraşsın bir şeyi dönüştürücü bir yapısı olmalı. Yaratmak dediğiniz şey; bir şeyi bir anda değiştirmez. Dünyanın hiçbir edebiyatçısı şunu asla dile getirmez: Ben bir şeyi değiştirmek için uğraşıyorum demez. Ama öyle bir şeyi kendinde yakalar ve dönüştürür ki; bunun ivmesi çok yavaştır. Sabır gerektiren; okuyanıyla, toplumuyla ve yansıma biçimiyle de. Bana göre edebiyatçının en temel değeri kendini sürekli yenileyerek, üreterek, daraltılmış olan bir toplumda, bir coğrafyada bunu dile getirmesidir. Ben büyümek istiyorum. Bunu hissettirebilmeli. Tabii ki; bunun karşısında bunu hissedebilecek, bu süreci taşıyabilecek olan nitelikli okurdur. Çünkü insanın bana göre nitelikli iki en önemli eylemi vardır. Bir okurluğu, ikincisi yazarlığıdır. Bu ikisini bir araya getirdiği sürece, nitelikli bir değeri edebiyatta uzun vadede oluşturmuş olursunuz. Bir edebiyatçının bakışı da bu olmalı. Dönüştürmek için mi, değişmek için mi? Değişen kim? Dönüştürdüğün kim? Bu söz de çok önemli. Kimseyi dönüştürmek zorunda değilsiniz. Angaje, dayatma bir boyutta değilsiniz. Ama kendiniz değiştiğiniz ve geliştiğiniz sürece varsınız. Bunun yansıması bir üretim biçimidir. Bu üretim biçiminde mesajınız öncelikle kendinizedir.
Edebiyatın, edebiyatçının durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Genel anlamda edebiyatımızın tutucu ve Ortodoks bir şekilde; birbirini kollayan haliyle; edebiyatın belirli bir yapıda özgün ve genişlemesine ve topluma yansıma biçimlerinde farklı sesleri, farklı düşünceleri, farklı kalemleri engelleyen bir tarz olarak görüyorum. Bu biraz akademisyenlerin tarzına benziyor. Eskiden çantasını taşıdığın sürece birisinin bir şeyisin. O bir şey olduğun zaman, zaten özgünlük, edebiyatta yaratım sürecine giremiyorsunuz. Adına ne denirse densin; bana göre edebiyatımızda yaşadığımız sistemin, tutucu ve baskıcı olduğunu düşünüyorum. Bunun en büyük faktörlerinden birisi de dilin baskısı var. Bu dil baskısı kendini edebiyat olarak, yaratım anlamında ortaya koyan bütün yapılarda bile hangi anlayışta olursa olsun; gruplaşmayla, kutuplaşmayla ve çatışmayla oluşturuluyor. Bu edebiyatın doğasına aykırı bir şeydir. Kişiyi bağımsız kılamıyorsunuz. Bağımsız kaldığınızda da, yaşarken üzerinize toprağın atılması gibidir. Önünüz açılmıyor. Önünü açmak dediğimiz şey; farklı düşüncelere, eleştirilere tahammülü olmayan bir edebiyat dünyasına sahibiz. Yılgınlığını çabuk bırakmış, alınganlığını ya da duygu yönünü öne çıkarmış birçok nitelikli yazarlarımız da bu durum vazgeçmeye bile dönüşebiliyor. Hâlbuki o kalemlerin de, çok daha farklı bir şey yapabileceğini düşünüyoruz. Edebiyat ortamımızda yaşadığımız genel bir yapının baskısından kurtulmuş değil, bağımsız değil, özgür değil. Asıl sorunu burada yaşıyoruz. Yaşadığımız sorunun kişinin bağımsızlığı kadar, özgürlüğü kadar, yarattım noktalarındaki ortaya sunduğu değerleri kadar bir açılım yaratılmıyor. Günümüz edebiyatı; bana göre dilleri ne olursa olsun, baskın olan dillerin yine baskıcı bir yapıyla, yenilikçi olan bir kısma kapılarını açmadığını düşünüyorum.
Genç kuşaklar edebiyatta, sanatta yeni tarzlarıyla bu barikatı zorluyor. Bu potansiyel gelecek açısından umut verici değil mi?
2000 yıllarında ‘Ötekisiz’ dergisini çıkardım. Bu dergiyi çıkarmamdaki neden şuydu: Gelenekten gelen birçok şeyi yıkmaktı. Öteki kavramıyla yola çıkmıştım. Öteki kavramında sorgulamak istediğim şuydu; ‘Ben’ kavramı bizim coğrafyamızda yanlış anlaşılıyordu. Ego olarak anlaşılıyordu. ‘Başka’ kavramı egonun bir üst noktasında yine kendi ve kendine benzerleriyle olan kısmı olarak anlaşılıyordu. Ötekisiz kavramını, öteki kavramını edebiyatta dergi olarak gündeme getirdiğimde şunu ifade ettim; yeni doğanlar ve kaybolanlar. Yeni doğanlar şu anlama geliyordu benim için; kalemini açmaya çalışan ama hiçbir yere kuyruk olmayan, hiçbir yere yapışmayan, kalemine, kendi birikimlerine ve deneyimlerine güvenen ‘Genç Kalemler’di. Genç Kalemler kavramındaki ifadeyi sevmiyorum. Genç yerine ‘Kalemini Açanlar’ kavramını daha çok seviyorum. Bunlar bulunduğu her yapıya ve kendilerinin de muhalif olduğu her yapıya özellik taşıyan karakterlerdir. James Joyce gibi okunmayan ama okunması için, okur için yazılan şeyler değildi. Topluma karşı duyarlılıkları, sorumlulukları ve birey olarak kendilerinin de sorumlulukları olan kişilerin ortaya koymaya çalıştıkları bir yaratım biçimiydi. O dönem buna dergicilik anlamında fırsat verilmiyordu. Yeni doğanlar, bu hitap ediyordu. Kaybolanlarsa küstürülmüş, kızdırılmış kendi içine kapanmış, dış etkilerden kendi içselliğiyle bütünleşmiş bir yapı üzerinde çıktığım bir yoldu. Öteki kavramı o dönem edebiyat da tartışılan bir şey değildi. Dünyadaki ilk ‘Ben’ kavramını Dante’nin ortaya koyduğunu biliyorum. Yüz yıllar geçiyor aradan Rimbaud ‘Başka’ kavramını ortaya atıyor. Bunu iki şair iki farklı zamanlarda, birbirinden kopuk olarak düşünüyor. Dante öncesinde destanlar, epik ya da kahramanlık ya da toplumu anlatan, anlatılması istenen ya da bir felsefenin akımı olan Vergulis gibi atomculuğu ifade eden şairlerin çıktığı dönemde Dünyanın ilk şiirindeki ‘Ben’ kavramını ortaya koyan Dante’nin Beatrice yazdığı bir mesaj vardır. Beatrice onun sevgilisi ama toplumsal bir mesajı taşıyan bir özelliği vardı. 19. yüzyılın ortalarında Arthur Rimbaud diye bir adam çıkıyor ‘Başka’ kavramı ortaya atıyor. ‘Ben Başkadır’ gibi bir ifade getiriyor.
Şairlerin tartıştığı bir noktada bunu; Ben ve Başka olarak ortaya koyan başka hiç bir şair olmadı. 20. yüzyılın ortalarında, ‘Öteki’ kavramını ortaya atan felsefeciler de oluyor. Aslında bunu şairlerin devam ettirmesi gereken bir süreçte dergiyi çıkardık. Ben başka edebiyatın, sanatın sorunsalıdır. O sorunsalın üzerinden sorgulamaya girilmediği sürece bağımsızlığınızı, özgürlüğünüzü ve sürekliliğinizi sağlayamazsınız. Ama anladığımız anlamda ki Ben’le anladığımız anlamdaki Başka bizim sanatta yaratımın ikinci aşamasıdır. Ben’den sonra Başka’ya gidiyoruz. Kendi içimizdeki sürece döndüğümüzde başkadan sonra ne var? Öteki var. Ama yine öteki bizim içimizde. O ötekiyi devam ettirdiğinizde, bu psikanalizde alt ego üst ego kavramında ama bunu sanatta söyleyemezsiniz. Ben, başka ve ötekiye dönüştürürsünüz. Yaratım noktası ötekiden kaynaklanıyor. Ötekiye döndüğünüzde düz bir çizgi değildir insanın içinde taşıdığı. Tekrar Ben’e dönüyorsunuz ama başladığınız Ben o Ben değildir. Öteki Ben’e dönüyorsunuz. Yarattığınız ve duyarlılığını gösterdiğiniz ve farklılık oluşturduğunuz bir alanı taşıyor.
Yeni kalemler, güçlü kalemler var. Genç Kalemler çok daha şanslı ve bağımsızlar her şeyden önce. Ama bizim coğrafyamızda ikinci yeninin bile geç geldiği bir süreç. Toplumcu gerçekçilerin baskısıyla kurulan, onun yapay unsurlarıyla, şairleri ile kurulan ki isim vermek istemiyorum bu konuda, çatışma olmasın düşüncesiyle, onların kim olduğunu da biliyoruz. Alenidir. İkinci yeninin bile seksenli yıllarda toplumcu gerçekçilerden sıyrılmalar olduğunu, hesaplaşmanın olmadığı bir noktada
Bizler biraz bağımlıydık. Ama bağımlılığı kırmak biçimlerindeki edebiyatta usta çırak ilişkisindeki nüansları fark edemeyen ama köleleştiren bir ilişkiye duyarlılık taşımamıza rağmen, toplumumuza, dünyaya ve evrene dair taşıdığımız duyarlılığa rağmen bunu yapamayan bir anlayış oldu.
Genç Kalemler mükemmel gidiyor. Kâğıdın bitti dendiği bir noktada, Bill Gates’in Türkiye'ye geldiği dönemde, kâğıt bitti siz unutun, internet dediği bir noktada bizim kuşağımızdan bazıları, edebiyatçılar; ‘Kâğıt bitmedi kâğıda devam ediyoruz.’ diye bir tepki gösterdiler.
Bugün fanzinlerin ne kadar çoğaldığını artık görmemiz lazım. Bu fanzinleri çıkaran gençler günlük yaşamı öylesine dönüştürerek götürüyorlar ki. Ben gelen kuşağı çok önemli buluyorum. Çok değerli buluyorum.
İnsanın dokusunu, kokusunu anlayan kâğıtla, sözcüklerin harflerin ve seslerin dokusunu anlayan şeyin iç içe olduğunu düşünüyoruz. Bir şeye direnme biçimidir. Yaşamak, başka türlü bir buluşma biçimi. Her türlü mücadeleyi her şekilde belli araçlarla veremezsiniz ama yazmak ve okumak kadar en güçlü silah yok. İnsanın direnme biçimidir.
Yazmak; yaşadığını, düşündüğünü ya da hayal ettiğini kayda geçmektir. Yazmak kayıt düşmektir. Yüzlerce yıl sonra bile okunduğunda aynı etkiyi yaratır.
Yaşananlar ve düşünceler yazıya döküldüğü zaman bir yerde ölümsüzleşiyor. Bu ister şiir, roman, resim veya müzik olsun. Duygularını ister notaya dök ister kâğıda, renklere dök hiç fark etmez.
Diyarbakır sizde nasıl çağrışım yapıyor?
30 yıldır İstanbul'dayım. Diyarbakır beni her gelişimde heyecanlandıran bir kenttir. Bir kitleye gelmiyorum. Bir kente gelmiyorum. Diyarbakır beni dinlendiren bir yer. Şöyle bir benzetmem vardı: Diyarbakır benim dostum. Mardin benim kardeşim. Ankara ilk çocukluğumun geçtiği, ilk gençlik çağlarımın, gençliğimin geçtiği yer. Ankara ise; olsa olsa benim uzaktan yakından uzun yıllar görmediğim, karşılaştığımda merhaba dediğim bir yer.
Diyarbakır’a İlk 93’de geldim. Gördüğüm bir kentle kurduğum ilişki başka boyutlu. Diyarbakır birkaç gün huzur aldığım bir kent. Rahat oluyorum. Dünü bulduğum bir yer. Değerlerimle buluştuğum bir yer. Ayrıksı olmadığım, dışlanmadığım, beni içine alan bir yer. İnsanı sarıp sarmalayan, kendini yabancı hissetmiyorsun ve direk sana sarılıyor. Onun sıcaklığı yetiyor. Dostlarıma diyorum ki; beni bir yere götürün. Somut bir yer vermiyorum ama onlar biliyorlar. Beni anlıyorlar. Arkadaşım; Boğazı Beyoğlu’nda yaşadığım için, ‘Boğaz manzarası değil ama burası, Surların arka dibi.2 dedi. Ben; ‘Sizin buradaki Boğazı görmüyorsunuz ama siz beni boğazla karşılaştırıyorsunuz. Baktığım yer benim için boğazdır.’, ‘Dicle’nin yatağından o kadar sular geçiyor ki benim için başka bir şey’ dedim.
Daha önce geldiğimde Kırklar Dağından bakardım, oradan baktığım Diyarbakır ile şimdi Sur’ların dibinden baktığın Diyarbakır başka bir şey. İkisini bir araya getirdiğiniz zaman boğaz manzarası görmeyebilirsiniz ama bizim gerçeklerimiz bu dediklerin de. Ben; ‘Buradan Boğazı da görüyorum, her şeyi de görüyorum.’ dedim.
Ne zaman İstanbul'dan ayrılsam sığındığım ve kalmak istediğim bir kent olarak gördüğüm Diyarbekir’e gelmek ve Diyarbekir'de olmak benim değerlerime çok farklı bir şey katıyor. Hüznümü paramparça ediyor. Bambaşka bir hüzünle geri dönüyorum.
Benim buradan baktığım ve gördüğüm şey var. Diyarbakır beni kucaklıyor. Bu insanın bakışı ile ilgili bir şey var. Sur’ların içinde dolaşmak başka bir hüzün, başka bir duygu ama beni kucaklayan bir şeyin olduğunu bildiğim için, Diyarbakır’ı çok seviyorum. Ne olduğunu da söyleyemiyorum. Somut bir şey de söyleyemiyorum. En azından beni kucakladığını düşünüyorum.
Burada tabii tarih içerisinde geziyorsunuz. İnsanlığın en eski yerleşim yeri, hayvancılığın yapıldığı, ilk tarımın yapıldığı, madenlerin ilk kullanıldığı, insanların uygarlaşmaya başladığı ilk izleri görüyorsunuz. Doğal olarak tarih bilinci olan bir insan, edebiyatla sanatla tarihle ilgilenen biri; bu açıdan baktığında birçok insanın göremediği şeyi görebiliyor. Bu zenginliğin içerisinde insanın gezmesi, insana büyük bir huzur veriyor. Seni tarih öncesi çağlara götürüp geri getiriyor.
Dicle'ye Dicle diye bakmıyorum, Nil’in bir kolu diye bakıyorum.
Hevsel bahçelerinin oradan baktığım şey suyun altında kalmış başka bir zenginlik var. Sur’lara baktığımda yazılar, insanın gözüne batmaz. Ama öyle yazılar var ki; tarihi oradan, bazalt taşlarından görürsünüz. Zaten burada bazalta bir taş olarak bakmamak gerekiyor. Bazalta baktığınızda bunun altında halkların yarattığı kültürleri, uygarlığını görebiliyorsunuz.
Ağaçların, toprağın ve suyun tarihini izleyebiliyorsanız; orada sizi kucaklayan şeyin ne olduğunu daha iyi anlıyorsunuz. O yüzden insana açılan bir kol var, Bu sizin birikiminiz de ilgili. Sizde kollarınızı açıyorsunuz ve sımsıkı sarılıyorsunuz.
İstanbul'da tarihi bir kent, dünyada da böyle birçok tarihi kent var, ama çok büyüdüğü ve kozmopolit olduğu için yaşamın içerisinde bu değeri her zaman göremiyorsunuz. Ama Diyarbakır arılığını, kendini koruyabildiği ve henüz kozmopolit olmadığı için o kültürü daha rahat görebiliyorsunuz.
Nereden ve nasıl baktığın önemlidir. Tarihi, kültürel değerler açısından baktığınızda buraya gelenin kopamaması bu yüzden doğal. Müzelere ziyarete gittiğinizde, çıkarken ayağımız niçin sürekli geri geri gider. Çünkü geride en az on bin yıllık, yaşanmış büyük bir tarihi geride bırakmanın hüznü vardır.
Böyle bir hassasiyet taşıyorsanız yürürken ayaklarınızın tabanı ile değil parmak uçları ile basarsınız. Çünkü ayaklarınızın altında yaşanmış kültürleri incitmekten korkarsınız. Hissedersiniz bastığın yerin değerini ve bu yüzden parmak ucuyla dolaşırsınız.
Kendini korumadaki direnci çok önemlidir. İlişkiler çok önemli. İstanbul'da tarihi geçmişi olan bir yer. Ama İstanbul'da her insana gidemezsiniz.
Diyarbakır’a tekrardan hoş geldiniz diyor ve bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ediyoruz.
Bende size çok teşekkür ediyorum
Salih Aydemir Kimdir?
Tigris Haber Gazetesinin yazarlarından da olan Salih Aydemir;1967'de doğar. Giressun’ludur. 9 Eylül Üniversitesi İşletme Bölümünü bitirir.
1990 - 1997 yılları arasında Ankara'da gazetecilik ve T.B.M.M’ de danışmanlık yapar. İşsizler Derneği Genel Başkanlığını yürütür.
2000 yılına kadar çeşitli şiir dergilerinin yayın süreçlerinde yer alır. 2000 yılından beri Öteki-Siz Dergisi'ni çıkartır. Şiirleri ve düzyazıları çeşitli edebiyat dergilerinde yayımlanır. 2007 - 2011 yılları arasında Türkiye Pen Yazarlar Derneği denetleme kurulu üyeliğini ve Barış Komitesi Başkanlığını yürüttür. İstanbul Üniversitesi felsefe bölümü öğrencisi ve öğretmenlik yapıyor.
Şiirleri, İngilizce, Fransızca, Almanca, Çince, Kürtçe, Bulgarca, Rusça ve İtalyanca dillerine çevrilmiştir.
Özel röportaj/ Mümin Ağcakaya