Yeni çıkan kitabı “Kürtler ve Geleceğini Belirleme Hakkı”nın tanıtımı için geldiği Diyarbakır’da İsmail Beşikçi ile görüştük. Tigris haber gazetesi olarak, yeni kitabının imza etkinliğinden sonra görüştüğümüz Beşikçi, Kürtlerin Saddam Hüseyin döneminde Süleymaniye Merkez Karargâhında yaşadığı işkencelere ilişkin çok çarpıcı bilgiler paylaştı.
Yeni kitabının imza günü dolayısıyla Diyarbakır İsmail Beşikçi Vakfında okurlarıyla buluşan Sosyolog, yazar İsmail Beşikçi, kitabını imzaya açmadan önce Kürtlerin yaşadığı sorunlara ilişkin kapsamlı bir sunum yaptı. Beşikçi, bu sunumunda “Uluslar arası Anti- Kürt Nizamı” üzerinde geniş bir şekilde dururken, sunum sonrasında Kürtlere karşı “Anti- Kürt Nizamı”nın neden oluşturulduğuna ilişkin olarak sorularımızı yanıtladı.
‘Kürtler 1975’te çok büyük bir yenilgi yaşadılar’
Kürtlerin sınırlarını çizme anlamında tarihte yapılan üç girişime değinen Beşikçi, “Biri 11 Mart 1970’te Molla Mustafa Barzani ile Saddam Hüseyin arasında yapılan bir anlaşma, özerklik anlaşması. Bu anlaşmanın Kerkük ile ilgili bir bölümü var. Orada deniyor ki, ‘Kerkük üzerine anlaşamadık. İki yıl içerisinde Kerkük’te nüfus sayımı yapılacak ve o nüfus sayımı sonucuna göre Kerkük Kürt ya da Arap bölgesine bağlanacak’. Ama Saddam Hüseyin bu anlaşmayı uygulamadı. Yani, Türkiye’den, İran’dan, Suriye’den, ABD’den ve Sovyetler Birliğinden, Avrupa’dan aldığı güçle Saddam Hüseyin bu anlaşmayı yaşama geçirmedi. Hem Kerkük’te sayım yapılmadı hem de anlaşmanın öbür bölümleri, okulların yönetimi falan konusunda Saddam Hüseyin ayak diredi. Bunun üzerine de Saddam Hüseyin, yani BAAS yönetimi ile Kürtler arasında savaş yeniden başladı. Kürtler 1975’te çok büyük bir yenilgi yaşadılar. O şöyle oldu: Türkiye’nin öncülüğünde Cezayir’de bir toplantı yapıldı. Türkiye, İran Şahı M. Rıza Pehlevi ve Saddam’ı Cezayir’de bir araya getirdi. Dicle ve Fırat birleşiyor Şaddül Arap’ta ve Basra körfezinde 80 km falan böyle akıyor. Bura üzerinde İran ve Irak arasında bir anlaşmazlık vardı ve bir çatışma yaşanıyordu. Irak, buradaki bütün haklarından vazgeçti ve bunu İran’a devrediyoruz dedi. Bunun karşılığında da şunu istedi; Kürtlere İran’dan yapılan yardım durdurulsun. 1960’larda mücadele başladığı zaman Kürtler çok yalnızdı. İşte bu mücadelenin başladığı yıllarda İsrail Kürtlere yardım etmeye başlamış. Hem maddi hem de askeri açıdan İsrail Kürtlere yardım etmiş. Tabii bu çok gizli bir anlaşma. Bu yardım da İran üzerinden geliyor, tek kapı da orası. Aslında o yardım da kısıtlanarak geliyor. İsrail Kürtlere 10 tüfek gönderiyorsa, İran bunun yarısını Kürtlere veriyorsa diğer yarısını kendinde tutuyor. İran’ın bu konuda o zamanki politikası şudur: Kürtler Saddam Hüseyin rejimi ile mücadele etsin, Saddam’ı rahatsız etsin ama bir başarıya da ulaşamasın. Kürtlerin başarıya ulaşması için ağır silahlar gerekiyor ama İran bunu Kürtlere vermiyor. İşte 1975’te söz konusu bu yardım durdurulunca, Kürtlere yapılan tek yardım kapısı da kapatılınca Kürtler büyük bir yenilgi yaşadılar. Bu birazdan bahsedeceğimiz uluslar arası anti Kürt nizamın yaşama geçmesiyle ilgilidir.
‘Dünyada Kürtlere karşı Anti-Kürt Nizam kurulmuş’
1920’lerde dünyada Kürtlere karşı Anti-Kürt Nizam kurulmuş. İngiltere ve Fransa’nın denetiminde ve Osmanlı İmparatorluğu, İran İmparatorluğu gibi dönemin iki köklü devleti desteğinde Kürtler üzerinde bir bölünme, parçalanma, paylaşım gerçekleştirilmiş. Ve Kürtler herhangi parçada bir mücadele başlatınca bu güçler tarafından engellenmeye çalışılıyor. Yani, bu kapsamda 1970’lerde girişilen bir sınır çizme teşebbüsü oldu ama o teşebbüs Uluslar arası Anti-Kürt Nizamın yaşama geçmesi sebebiyle başarıya ulaşamadı. Yani, Irak’ta Saddam Hüseyin ile kavga eden Kürtler karşısında sadece Irak’ı değil bir bütün olarak Uluslar arası Anti-Kürt Nizamını buluyorlar. Kürtlerin sınır çizme konusundaki teşebbüsün birincisinin sonucu böyle. İkincisi ise 2005 Irak anayasası ile ilgilidir. Burada da üç şehir, Süleymaniye, Hewler ve Duhok. Burada bölgesel bir Kürt yönetimi kuruldu. Bu çok alt düzeyde de olsa bir statüdür. Yani, sömürge kadar olmasa da yine de bir statüdür. Burada da Kerkük ile ilgili bir madde vardı. İki yıl içerisinde Kerkük’te sayım yapılacak ve o sayımın sonucuna göre Kerkük Arap bölgesine ya da Kürt bölgesine bağlanacak. Ama Irak yöneticileri yine İran’dan, Suriye’den, Türkiye’den, ABD’den Rusya’dan ve uluslararası kurumlardan aldığı destekle bu sayımı yapmadı. Kürtler, Kürdistan Bölgesel Yönetimi sık sık Bağdat Federal mahkemesine başvurdu ve Irak yönetimine bu sayımı hatırlattı. Anayasanın 140’ıncı maddesini sürekli olarak hatırlattılar. Ama o mahkeme Kürtlerin bu talebi hiç dikkate almadı. Bağdat hükümeti de Kürtlerin bu talebine ilgisiz kaldı. Yani, öz olarak Kürdistan’da sınır çizme teşebbüsleri hep boşa düşürülüyor, bir türlü sınır çizilmiyor. Zaten burada bir sınır çizilebilseydi öbür sömürgeler bağımsızlığına kavuşurken Kürtler de bağımsızlığına kavuşurdu.
‘Bu yenilgi 1975 yenilgisinden çok daha ağır bir yenilgidir’
Bir konuya daha dikkat çekmek gerekiyor. 16 Ekim 2017’den önceki günlerde, yani 25 Eylül referandumundan sonraki günlerde Kürdistan Bölgesel Yönetimi tarafından yapılan açıklamalar ne diyordu: ‘Biz Kerkük’ü kanımızın son damlasına kadar savunacağız’. Tabii bu açıklamalar Kürtlere büyük bir moral veriyordu ama 16 Ekim’de öyle olmadı. Kürtlerin bir kısmı Kerkük’ten kaçtılar ve düşman güçler çok rahat bir şekilde Kerkük’ü ele geçirdiler. Kerkük, Haneki’den Şengal’e kadar uzanan çok geniş bir bölgedir. Sonra öğrendik ki, gizli bir anlaşma yapılmış ve Haşdi Şabi lideri de bir açıklama yaptı ve Talabani’nin oğlu Pavel’e teşekkür etti. Kürtlerin bir kısmı kaçtı ama sonuç bütün Kürtleri etkiledi. Bu yenilgi 1975 yenilgisinden çok daha ağır bir yenilgidir. Çünkü 1975’te Uluslar arası Anti-Kürt Nizam vardı ve bu yenilgide onların payı vardı. Bugün yaşanan yenilgi ise Kürdistan’ın kendi içersindeki çelişkilerden kaynaklıdır. Burada şöyle söylenebilir, Pavel Talabani peşmergelerini çekmiş, bu arada onun 37 bin peşmergesi var. Pavel Talabani’ye bağlı peşmergeler sınırı terk ediyor, kaçıyor. Acaba geriye kalanlar, KDP’ye bağlı peşmergeler Kerkük’ü savunamaz mıydı? Burada Mesud Barzani şöyle söyledi: ‘ Böyle bir durum olsaydı bir Bırakuji gündeme gelecekti. Pavel Talabani ile anlaşan güçler bir Bırakuji’yi de hesaplamış olabilirler. Bunların böyle bir gündemleri de olabilir ve bu yaşama geçmesin diye biz Kerkük’te bir savunma cephesi açılmasını istemedik’. Ama Şengal’de durum farklıydı. Şengal’de KDP’ye bağlı peşmergeler ağırlıktaydı ama orada da bir savunma gerçekleşmedi. Kanımca böyle bir cephe açılsaydı, nasıl olurdu sorusu önemli bir sorudur. Kanımca böyle olmalıydı ve olmamsı bir eksikliktir.
‘Kürtlerin Kürtlere karşı Anti Kürt Nizamı oluşmaya başladı’
Uluslar arası Anti Kürt Nizam diyoruz, tabii bu ikinci dünya savaşına kadar çok etkin. Bir tarafta İngiltere bir tarafta Fransa yani, dönemin iki emperyal gücü ve bir de Ortadoğu’nun iki köklü devleti… İkinci dünya savaşından sonra ise şöyle oluyor; İngiltere Irak’tan çekiliyor. Fiili olarak çekilmesi de 1958… Fransa Suriye’den çekiliyor ve bundan sonraki süreçte de Bölgesel Anti Kürt Nizam gelişiyor. Yani, uluslar arası anti Kürt nizamının yanı sıra yeni bir bölgesel anti Kürt nizam oluşuyor. Biz son yıllara kadar şöyle düşünüyorduk; Kürtler devlet kurmak istiyor ama Sovyetler, ABD buna izin vermiyor. 2000’lerde özellikle de 2010’da yeni bir durumla karşılaştık. Kürtlerin Kürtlere karşı Anti Kürt Nizamı oluşmaya başladı. Bu ne demek, Goran, YNK’nin bir kısmı, PKK diyor ki, biz bağımsız devlet istemiyoruz, devlete karşıyız, devlet olmak iyi değil. Bu da Kürtlerin Kürtlere karşı uyguladığı bir Anti Kürt nizamdır. Dünyada devlet istemiyoruz diyen başka bir kimse var mı? Bunu Kürtlerden başka söyleyen yok. Süleymaniye Merkez Güvenlik Karargâhına on binlerce kişi girmiş ama hiç kimse oradan canlı çıkamamış. Orada ölen Kürtlerin cesetlerinin nerede olduğu bile bilinmez. Burada ölenlerin kaydı ne KDP’de ne de YNKde vardır. Orada ölenleri bir tek anaları bilir, başkaları bilmez. Bu bakımdan Kürdistan’ı başlı başına, özel olarak incelemek gerekiyor. Kürtlerin durumu çok özel yani ne Afrika’ya ne de uzak doğudaki sömürgelere benzetemeyiz. Niye, çünkü çok farklı bir durum var. Sykes Picot deniyor ya o hale yaşama geçmiş…
‘Dünya Kürdistan’a karşı’
Son haftalarda biliyoruz Kudüs önemli bir sorun. Kudüs konusunda dünya Amerika’ya karşı, İsrail’e karşı. Benim kanımca Kudüs konusunda İsrail Amerika’yı ikna etmiş. Dünyanın karşı olduğu bir konuda İsrail Amerika’yı kendi politikasına ikna etmiş. Kürdistan konusu da böyle, dünya Kürdistan’a karşı. Bir tek İsrail, benim kanımca Kürtlerin lehinde olabilir. İsrail, Kürdistan konusunda samimidir. Kürtler de bir devlet olsun, kendi kendini yönetsin konusunda samimidir. Ama Kürtler konusunda İsrail de etkili olamamış. Bu ne demek, Anti Kürt Nizam çok güçlü demek. İşte Kürtlerin bunun bilincine varması çok önemli. Bu kadar büyük bir nüfus, bu kadar geniş bir ülkede yaşıyor ama niye kendi kendini yönetemiyor. Birleşmiş Milletlerde niye Kürtlerin adı geçmiyor. Kürtlerin uluslar arası arenada bir tek sandalyesi yok. Körfez ülkelerini düşünelim, Kuveyt, Katar, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, bunların nüfusları 1 milyonun altındadır ama bunlar Kürtlerin geleceğini belirliyor. Kürtlerin ise nüfusu isterse 50 milyon olsun ama uluslar arası ilişkilerde bir adı yok. Bir tek ‘terör’ dendiği zaman Kürtlerin adı geçiyor. Avrupa’da nüfusu 30 bin olan devletler var ve Kürtlerin geleceği söz konusu olduğunda bunların imza yetkisi var.
‘Kürdistan büyük tehlike altındadır’
Kürt diline sahip çıkmak, bunu yaşama geçirmek çok önemli. Devlet Kürtlere bir okul açmayabilir ama her ev Kürtlere bir okul olmalıdır. Örneğin Diyarbakır’da Sokak aralarında dolaşalım. Çocuklar oyunlarında hangi dili kullanıyor, bunu izleyelim. Veya çocuklar sokakta kavga ederken hangi dili kullanıyorlar. Eğer bu dil Kürtçe değilse bu büyük bir tehlikedir, Kürdistan büyük tehlike altındadır. Şunu da ifade edeyim; 7 Haziran 2015, parlamentoya 80 milletvekilinin geldiği dönem. O dönem şunu da biliyoruz, demokratik özerklikler açıklanmaya başladı; Varto, Silvan, Sur, Cizre, Silopi, Viranşehir, Yüksekova vs. Bu açıklamayı yapanlar gözaltına alınmaya, tutuklanmaya başlandı. Şimdi şöyle düşünelim, gözaltına alınanlar emniyette, savcılıkta, mahkemede ve cezaevinde devamlı Kürtçe konuşmuş olsalardı. Yani, demokratik özerklik konusunda ne düşünüyorlarsa bunu Kürtçe olarak ifade ediyorlar, böyle düşünelim. Dışarıdakiler de eşbaşkanların tutumunu Kürtçe olarak destekliyorlar. Peki, bu durum nasıl bir etki yaratır. Tabii bu bir varsayım… Burada bir hendek mücadelesi de yok, siyasal mücadele var. Benim kanımca olması gereken buydu ama bu olmadı. Burada dil esas dayanak yapılarak bir mücadele yürütülseydi, Batı’nın demokratik kamuoyu da Kürtleri desteklerdi. Ama hendek mücadeleni kimse desteklemez. Hal bu ki senin uluslar arası bir desteğe ihtiyacın var.”
Muhabirimizin sorularını yanıtladı
Sunumun ardından İsmail Beşikçi ile Tigris Haber olarak özel görüştük.
Siz bir Türk aydını olarak bir sosyolog olarak Kürtler için çok büyük emekler verdiniz, uzun yıllar hapis yattınız. Oysa Diyarbakır’da yaptığınız bir sunumda Kürtler size ilgisiz kaldılar. Otuz kişiyi bulmayan bir kitleye sunum yaptınız, bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
‘Kürt tarihi karanlıkta bırakılmak isteniyor’
“Kürdistan konusunda önemli olan niteliktir. Önemli olan Kürdistan’ı anlamaya, kavramaya çalışmaktır. Bunu 50 kişiye anlatmakla 500 kişiye anlatmak arasında benim açımdan bir fark yoktur. Tabii, siyasi partiler söz konusu olduğu zaman nicelik önemli olabilir ama böyle bir toplantıda önemli olan niteliktir. Kürdistan’ı anlatmak, kavratmak söz konusu olduğunda 10 kişi ile 50 kişiye anlatmak arasında bir fark yoktur. Belki bir iki kişi dışında da kimse dinlemeyebilirdi ama bunlar bir şekilde ulaşır. Nitelik çok önemli çünkü Kürdistan’ın çok özel bir durumu var. Dört beş parçaya bölünmüş ve her parça ayrı ayrı baskı altında. Kürt tarihi karanlıkta bırakılmak isteniyor. Kimse bilmesin isteniyor. Örneğin 1919 -21 arasında 20 ay kadar bir dönem var. Kürtlerin başına çorap o dönem örülmüş.
‘Türk basınında Kürtler için tek olumlu bir laf yok’
Biz Kürdistan’ı hep Batılı araştırmacılardan öğreniyoruz. Ne Kürtler ne de Araplar bu konuda bir şey yazmamış. Örneğin İngilizler, Kürtlerle savaşmışlar ama anlatıyorlar da. İngiliz Generaller anlatıyor, Kürtlere nasıl baskı yaptıklarını. Dicle’nin, Fırat’ın günlerce kan aktığını bu generaller söylüyor. Batılı araştırmacıların yöntemi şu olmuş, Türkiye’nin Kürdistan’ı, İran’ın Kürdistan’ı, Irak’ın, Suriye’nin Kürdistan’ı vs. Burada çok önemli bir soru var, bu Kürdistan niye bölünmüş, nasıl parçalanmış, paylaşılmış böyle bir soru yok. O dönem Kürtler buna karşı nasıl bir mücadele yürütmüşler ya da yürütmüşler mi bunu diyen yok. Örneğin 16 Ekim’den bu yana Türk basınında Kürtler için tek olumlu bir laf yok. 1920’lerde Osmanlı İmparatorluğunun toprakları paylaşılıyor ya, Mezopotamya ve Ortadoğu’daki topraklar İngilizler ve Fransızlar tarafından. Irak kuruluyor, İngiltere’ye bağlı bir manda olarak. Ürdün, yine İngiltere’ye bağlı. Suriye, Lübnan Fransa’ya bağlı. Burada temel bir soru var, niye bir Kürdistan mandası olmamış. Yok, Kürt diye bir halk yok ve olmaması gerekir.
Kürtlerin ulusal bilinç konusunda geri olduğuna vurgu yaparken, yeni bir nesilden bahsettiniz, yeni bir politika ya da paradigma belirlenmedikten sonra yeni nesil kendi başına ne ifade eder?
‘Kürt bilinci sağlanamamış’
Yeni bir nesil derken tam da bunun bilincinde olarak yetişecek bir nesilden bahsediyorum. Kürtlerin neden bu halde olduğunun bilincine vardığı zaman sorunlar söz konusu olduğunda Kürtler birbirine taviz verir, devlete değil. Yani, bölünmenin, parçalanmanın, paylaşılmanın bilincine varmışlarsa ancak yeni bir nesilden bahsedebiliriz. Kürt bilinci sağlanamamış, örneğin Rojhılat’tan, Rojava’dan, Başur’dan PKK’ye katılanlar var ama PKK yöneticileri onlara Türkçe öğretiyor. Yani, onlar Kürtçe öğreteceğine, Türkçe öğretiyor, böyle bir bilinç yok. PKK yöneticileri bile Kürtçe bilmiyor ama böyle bir ihtiyaç duymuyorlar. Asimilasyon politikasına karşı kendi dilini öğrenmiyorsan ve ona buna Türkçe öğretiyorsan, böyle bir bilincin yoksa…
Siz referandum sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz?
‘Kürtler kimseyi tehdit etmiyor’
Referandum yapacağız açıklamasından sonra Türkiye bu bize tehdittir dedi. Irak da İran da aynı şekilde bunu bir tehdit olarak gördü. Kürtler kimi tehdit edebilir, Irak’la olan sorunlarını halletmek istiyorlar. Referandum öncesinde Türkiye, İran, Irak ortak tatbikat, yaptı, sınırı kapatacağız tehdidinde bulundular vs. Bütün bunlar Kürtlere karşı bir tehditti ama Kürtlerin kimseye bir tehdidi olmadı ki. Hal böyle iken bu devletler Kürtleri niye bir tehdit olarak görüyor, çünkü Irak’ta Kürtler başarılı olursa bu ileride İran’ı, Türkiye’yi de etkiler diye düşünüyorlar. Çünkü bu devletlerde Kürtlerin haklarını tanıyalım diye bir tutum yok.
Hindistan ordusu Pakistan’a girdi
Şu önemli bakın, 1971’de Bangladeş Pakistan’a karşı ulusal mücadele başlattı. O zaman Pakistan batı doğu diye iki bölümden oluşuyor. Doğu Pakistan Bengallerin ülkesi ve 110 milyon insan yaşıyor orada. Bangladeş halkı bir seçim yaptı ve seçimde Doğu Pakistan’da hep Bengal'li üyeler seçildi. Ama o zamanın başkanı Yahya Han bunu kabul etmedi. Meclisin toplanmasını istemedi hem de dağıtmaya çalıştı. Zaten savaş da bunun üzerine başladı. Batı Pakistan’da çok yoğun bir devlet terörü gerçekleşti. 1971 yaz aylarında on binlerce, yüz binlerce Bengal halkı öldürüldü. Çok büyük bir kısmı da Batı Bengal’e sığındılar. Bengal iki parçalıydı; Doğu Bengal Pakistan’ın batısı, batı Bengal ise Hindistan’ın bir eyaletiydi. Batı Bengal’de de yüz milyonun üzerinde insan yaşıyordu. Batı Bengal’e büyük bir nüfus sığınmaya başlayınca Hindistan bunun altından kalkamadı. O zamanın başbakanı İndira Gandhi, bizzat ordusuna emir verdi, Doğu Pakistan’daki devlet terörünü engellemesi için. Yani, 1971 Temmuz, Ağustos aylarında Pakistan’ın devlet terörünü Hindistan ordusu durdurdu. İşte şu önemli, Hindistan’ın da bir Bengal sorunu var ama bu Hindistan’ın Pakistan’a müdahalesine engel olmadı. Çünkü Hindistan kurulduğu tarihten itibaren Batı Bengal’de resmi dil Bengalce’dir. Hindistan’ın hiçbir endişesi yoktu o yüzden de Hindistan ordusu girdi ve Pakistan ordusunu etkisiz bıraktı. Bundan 6 ay sonra da bağımsızlık ilan edildi ve Hindistan ordusu geri çekildi. Sonra da ABD, Sovyetler Birliği tanıdı ve bağımsız bir devlet oldu ve bu devleti en son da Türkiye tanıdı. Çünkü Türkiye onlara eşkıya diyordu. Ama baktılar ki, Bengal’i herkes tanıyor, Türkiye de tanımak zorunda kaldı ve sonra Pakistan da tanıdı. Burada şunu anlatmaya çalışıyorum. Pakistan ya da Hindistan bir endişe içinde değil, Çünkü Batı ve doğu Bengal’deki halkın hakları ta 1947’den beri sağlanmıştı. Ama Türkiye Kürtlerin haklarını tanımak istemiyor. O bakımdan Güney’deki referandumu tehdit olarak algılıyor. Zaten Türkiye, Kürtlerin haklarını vereceğiz anlayışı içinde olsa bu referandumu bir tehdit olarak görmez.
Kürtler Bengal’i incelesin
Bir başka husus, HDP İspanya’ya gidiyordu ve Bask sorununun nasıl çözüldüğünü anlamaya çalışıyordu. Veya İngiltere’de İRA sorununun asıl çözüldüğünü anlamaya çalışıyordu. Hal bu ki, Bengal sorunun nasıl çözüldü, Kürtlerin bunu kavraması gerekiyor. Bengal şu bakımdan önemli, İngilizler Hindistan’dan çekildiğinde ki, Hindistan bugünkü Pakistan’ı da Bangladeş’i de içine alan çok büyük bir kıtadır. 1947’de iki devlet, Pakistan ve Hindistan aynı tarihte çıktı. Yine her iki parçada da Bengaller var. Pakistan kuruduğunda Bengallerin ayrılma talebini İslam’a aykırı bularak reddediyordu. İşte o zaman Bengal şunu söyledi; ‘Biz kardeş falan değiliz, çünkü siz geldiniz bizim ülkemizi işgal ettiniz, dilimizi yasaklandınız’.
Sunumunuzda Uluslar arası Anti Kürt Nizam kavramının üzerinde çok durdunuz, peki Kürtlere karşı bu nizam neden oluştu, Kürtlerin kime ne ettiği var da uluslararası planda Kürtlere karşı böylesine güçlü bir ittifak oluştu?
‘Kürtlerin Avrupa’daki imajını bu olaylar olumsuz etkiledi’
Bir kere Kudüs’ün Hıristiyanlardan alınması, Selahaddin Eyyübi zamanında oldu, bu bir etken olabilir. Yine, 19’uncu yüzyılda Mir Bedirhan’ın Nasturilere saldırısı, (1843-1836) her iki saldırıda da Hakkâri’de yaşayan Nasturiler Bedirhan zamanında çok büyük zulüm görmüş. Evleri yakılmış, köyleri yakılmış, kadınlar, çocuklar esir alınmış, esir pazarlarında satılmışlar. Bu Avrupa’da büyük bir tepki yaratmış. Örneğin o zamanın (1843- 46) Fransız gazetelerini, İngiliz gazetelerini incelediğimizde Kürtlere karşı çok büyük bir tepkinin oluştuğunu görüyoruz. Hatta her iki devlet de Osmanlı İmparatorluğuna diyor ki, ‘Kürtleri durdur’! Yani, böyle kötü bir imaj var. Bir de 1894-95 Sason olayı var. O zaman Hamidiye Alayları Ermenilere epey bir saldırı gerçekleştiriyor. Tabii, Sason bugünkü Sason olarak bildiğimiz coğrafya’dan çok da ötesini kapsıyor. Örneğin Diyarbakır’da da bunun etkisi var, o dönem Diyarbakır’da da Ermenilerle Kürtlerin bir çatışması var. Kürtlerin imajı Sason olayları sırasında da olumsuz olarak Batıya yansıyor. Arkasından 1915 ve bazı Kürtlerin burada tetikçi olmaları vs. Kürtlerin batıdaki olumsuz imajını daha da büyütüyor. Ve bütün bunlar Kürtlere karşı uluslar arası bir Anti Kürt Nizamın oluşmasına kaynaklık edebilir. Ayrıca 1913’te Teşkilatı Mahsusa’nın Kürdistan’daki üyeleri, yani devlet bürokrasisinin, Vali, Kaymakam, Tapu Müdürü, Mutasarrıflar, Emniyet Müdürü, Jandarma Komutanı, Nüfus Müdürü vs. Bunların hepsi değilse bile bir kısmı devlet bürokrasisinin üyeleridir. Yine, bazı Kürt aşiretler de Teşkilatı Mahsusa’nın üyeleridir. Kürt aşiret reisleri ve Kürt Şeyhlerinden de Teşkilatı Mahsusa’ya üye olanlar var. Diyarbakır ve Mardin’de Kürtler sadece tetikçilik yapmadılar. Kürtler bunu bilmek istemiyor, anlatsanız da tepki gösteriyorlar. Ama işte bunlar Kürtlerin imajını Batıda kötü gösteriyor.
Sunumunuzda 7 Haziran’da oluşan siyasal tabloda Kürtlerin 80 Milletvekili ile büyük bir ivme yakaladığını ve bundan sonra izlenmesi gereken siyasal hattın dil üzerinden bir “sivil itaatsizlik” olarak geliştirilmesi gerektiğine işaret ettiniz. Bunu biraz açar mısınız?
‘Yeterince Kürtçe bilmeyen Kürtçe öğretmek diye bir sorunu yok’
Mesela Bengal dil hareketi çok örgütlü bir hareketti. Yani, dayanak noktaları dil üzerineydi. Kürtlerin ise böyle bir tutumu olmadı. Kürt diliyle, vatanıyla ilgili bir tutumu olmadı. Yine, hendeklerle gelişen süreç devletin baskısına da zemin hazırladı. Kürt dilinin yaygınlaştırılması ve geliştirilmesi çok önemli. Devlet senin için okul açmayabilir ama sen kendi dilini yaşatabilirsin. Evinde yaşarsın, sokakta yaşarsın, ticari ilişkilerinde yaşarsın. Devlete karşı en büyük muhalefet budur. Ben kişi olarak dilin çok önemli olduğunu söylemeye çalışıyorum ama Kürtlerin böyle bir çaba içinde olmadıklarını görüyorum. Bugün mecliste olan 60 milletvekilinden kaç tanesi Kürtçe biliyor. Bunların çocuklarının kaç tanesi Kürtçe biliyor. Bence bu tablo hiç de olumlu değil. Bilmemek bir yana öğrenelim, öğretelim diye bir bilinç de yok. İngilizce öğrenelim diyorlar, bunun için belli bir heyecan da duyuyorlar ama Kürtçe öğrenmeyle ilgili böyle bir heyecan yok. Diline sahip çıkmadıktan sonra belediye senin denetiminde olsa ne olur olmasa ne olur. Bu Kürtler için çok büyük bir sorun. Mesela Rojhılat’tan gelen bir Kürde dağda Türkçe öğretmek bir bilinç ama Kürtçe öğretmek bir bilince dönüşmemiş. Bu çok ilgi çekici ve şaşırtıcı bir durum. Yeterince Kürtçe bilmeyen Kürtçe öğretmek diye bir sorunu yok.
“Kadınların Şerefini Lekeleme Odası”
Bakın sunumda söylemek istemedim ama Süleymaniye Merkez Güvenlik Karargâhında bir oda var. “Kadınların şerefini lekeleme odası”, odanın resmi adı bu. Nasıl ki, cezaevinde müdürün, gardiyanın odasının girişinde yazar, müdür odası, gardiyan odası diye, bu odanın kapısında da “Kadınların şerefini lekeleme odası” yazıyor. Şimdi oda da, örneğin bir Peşmergeyi arıyorlar ya onu bulamıyorlar ama eşini, annesini, bacısını buluyorlar. Yani, rehin olarak onları getiriyorlar. İşte o kadınların şerefini bu odalarda lekeliyorlar. Bu görevi de Saddam Hüseyin, Beyrut savaşında (1982) Filistin’den dağıtılan gerillalardan Bağdat’a gelenlere verdi. “Kadınların Şerefini Lekeleme Odası”nda bunlar çalışıyor. Saddam bunlara maaş da veriyor. Bu ne kadar trajik bir olaydır. Hal bu ki, İsrail’e karşı Filistin’in yanında savaşan Kürtler olmuştu. Şimdi Goran ya da YNK’nin bir kısmı bu yaşananları nasıl unutabiliyor. Amerika’da yaşayan bir mülteci Arap aydını Kanan Makiya anlatıyor, Vahşet ve sessizlik adlı kitabında bunları. İşte yeni nesil bunların bilincinde olarak gelişecek. ”
Ali Abbas Yılmaz / Özel