Günün hangi vaktinde gidersen git ona, yılın hangi mevsiminde izlersen izle onu, yeter ki dostça yaklaş ona, yeter ki aşkla fısıldaş onunla, seni bitmeyen baharıymışsın gibi dinleyecektir, sana can, yüreğine sırdaş olacaktır, su kadar seni sevecektir, seninle sevinecektir, her gidişimde, olur olmaz zamanlardaki her buluşmamızda yaşadım bunu. Ne zaman hüzün bassa, yer, gök bana dar gelse, kırık bir ana kaptırsam kendimi, nefesim kesilse, boğulacak gibi olsam ona giderim, onunla buluşurum, ne var, ne yok yüreğimde anlatırım el alemi umursamadan. Bazen frısıldayarak, bazen avazım çıktığınca bağırarak anlatırım kendimi, lanet bir molozcu havasında, delice dökerim dünyayı bana dar eden neyim varsa, sonsuza kadar kurtulmak istediklerimi, illaki kıyısına kurulmuş dev bir çınarın gölgesine sığınmış kuytu bir yerinde, Kürt dağlarından Musul’a yük taşıyan Kelkomlu Zaza bir oduncunun, korkusuz bir kelekçinin sabrıyla en belalı girdabımı aşarak geçip gittiğimden, sırlarımı alıp götürdüğünden emin olduğum, giderek benden uzaklaşan belli belirsiz dalgaların arasında, öylece...
*
Gülistanımın can damarları, dağına, taşına, toprağına hayat veren, can olan Fırat’ı, Aras’ı, Murad’ı, Botan’ı, Zap’ı, Munzur’u, Peri’yi, Ava Miksê’yi, Avaşîn’i, Hezil’i, Xabûr’u bilirim, sullarından içmişliğim, dalgalarına kapıldığım, sırlarımı fısıldadığım olmuştur ama hiç biri Dicle gibi dinlememiştir, Dicle kadar yüreğimle hemhal olmamıştır, beni alıp götürmemiştir, düş deryasına kaptırmamıştır, kadim zamanlardan bu yana özgürlüğümü aradığım, kendimi bulmaya yeminli olduğum, bıkmadan, usanmadan peşinden koşturduğum, bir türlü varamadığım bilge güneşime, aydınlığıma…
*
Kadim zamanlara gitmişken, bilge güneşin peşinden koşturmuşken, su kadar sevdiğim Dicle ile hemhal olmuşken uzun zamandır aklımı kurcalayan, ilk defa suyun en güzel aktığı, güneşin suya olabildiğince güzel yansıdığı Çarderî kanyonunda fısıldadığım bir sırımı açık etmeden geçemeyeceğim. Zazaca’da güneşe akan nehir, güneş nehri anlamlarına geldiğini, gelebileceğini düşündüğümü, tîj (güneş) ve la (nehir) kelimelerinden türediğine inandığımı söylemek isterim. Dicle nehrinin, Zaza Kürtlerinin Hurilerden, belki de daha eski zamanlardan bu yana yaşadığı uygarlık beşiği Mezopotamya’nın damı konumundaki Güneydoğu Toros dağlarının kalbinde yer alan Birklên’de, Kospî’de, Hazarbaba’da doğması tesadüf olmasa gerek. Batı kaynaklarındaki Tigris adının ise kaplan anlamına gelen Tiger’den türetildiğini, sonradan verildiğini, dahası Tigris, Zazaca’daki Tîj-la’ya en yakın kelime olduğu için tercih edildiğini düşünüyorum, öyle olmalı...
*
Görüldüğü gibi güneşine, bitmeyen aydınlığıma akan nehir, sırdaşım Tîjla, ne Romalı, ne Persli, ne Arap, ne Osmanlı, ne bilmem nereli olan narsist bir generalin önünde diz çökmüş yoldaşım, Dicle’nin verdiği varoluş kavgası bin yıllardır devam ediyor, böyle giderse kıyamete kadar devam edecek, ama kaybetmeyecektir. Bir gün mutlaka kazanacağını ondan duydum, kulağıma fısıldadı, üstelik kadim aşıkların diyarı, su kadar sevdiğim Amed’in yaşam kaynağı Hewsel’de uçaklarla vurulduğum, dizlerimin kırıldığı, sonsuza kadar kaybettiğimi sandığım gün bunu bana fısıldadı. Ona inandım, inanıyorum...