O gün de öyle dediler, bugünkü gibi, “Söz konusu vatansa gerisi teferruattır…” Ne kadar resmi, sivil ölü sevici, katil, hırsız, çapulcu, mahalle serserisi varsa hepsi harekete geçti, “Gavurun canı da, malı da, namusu da helaldır…” diyen, ilim irfanını derin devletten alan sarıklı, cüppeli din adamlarının öncülüğünde. Canını seven yana çekildi, evlerine kapanıp olup biteni korku içinde izledi, uzaktan uzağa yutkunmakla yetindi, göz göre göre yok edilen kapı komşularına hayıflandılar sadece, bildiklerini, gördüklerini, duyduklarını çaresizlik içinde sineye çektiler, sustular, sustular, hep sustular, hala susuyorlar. Korku ile dolup taştı yüreği koca bir ülkenin, en kötüsü koca koca halkların aklı, zikri iflas etti, vicdanı hepten kurudu, öylece ölüme yattırdılar bedenlerini. Hala yatıyorlar, hala ölüler, hala kendi cehennemlerinde kıvranıyorlar. Dahası, yaşadıklarını sanıyorlar, öyle belletilmiş...
*
Yaşadığını sanan ölüye, ölülere soramazdım, soramadım da bilinen bu en Büyük Felaket’i, eşi benzeri yaşanmamış insan kırımını, dünyanın dört bir yanına sürülmüş kayıp “Unutmabeni Çiçeği”ni, bildiğim en acılı mor çiçekleri. Nasıl sorabilirim ki cehenneminden henüz çıkmamış, çıkamamış ölüye, ölülere. Soluğu yine bilge Pîr Aziz’in mekanında aldım, güzelim Nêrib’in ağlayan gelinlerine, hüzün yüklü kan kırmızısı Guldexwînlere, hüznü dağları aşan Galûrlara, kayıp kapı komşularını aramaktan bıkmayan inatçı mor Sardunyalara, özgür dağları mesken tutmuş Nisan rüzgarına, illaki güneşe, güneşine yoldaş, sırdaş olmuş asi Derzîlok’a sordum, o bilir diye, o konuşur diye, Kürtçe, şiirce…
*
Derzîlok ses vermedi, öylece dinledi kendince. Ama ben biliyorum, herkesin bildiği gibi gitmediler, ölmeye, öldürmeye yeminli paşaların emriyle, süngünün zoruyla götürüldüler, kafile kafile. Kimini en yakın kuyunun başına, kimini derin bir vadinin tabanına, kimini bir derenin kenarına, kimini bir kayanın dibine kadar ancak götürdüler, götürebildiler, sonrasını dünya biliyor, ben de biliyorum onlara ne olduğunu, ne başlarına getirildiğini… Kimini ise en uzaklara, ta Arap çöllerine kadar götürdüler, yol boyu öldüren Temmuz’un sarısıcağı altında, aç, susuz, çıplak, yalınayak. Ölen öldü, kalan ise bir daha gün yüzünü görmedi, göremedi. Hiç biri, bir teki bile bir daha dönmedi, dönemedi baba ocağına, özlemi ile son nefeslerini verdikleri ana kucağına, can olmaya yandıkları topraklarına, beş kutsal kitabın, illaki kadim Avesta’nın cennetini aratmayan güzelim bağ ve bahçelerine, umutlarını, hayallerini, rüyalarını emanet bıraktıkları evlerine. Öyle yalnız, öyle bêkes, öyle boynu bükük, çaresiz kala kaldılar dünyanın dört bir yanında, en uzaklarda, el kapısında, yittik…