Diyarbakır’da yaşadım depremi, uykunun olan gücüyle bastırdığı, dahası en tatlı, en vazgeçilmez olmaya başladığı bir anda, sabaha doğru, karlı bir havada. Kıyamet kopmuştu sanki, bir o yana bir bu yana sallanıp duruyorduk, on iki katlı binanın devasa kolonlarının, kirişinlerinin gıcırtısı çıldırtıyordu insanı, bir türlü durmuyordu, bitmiyordu, otuz saniyelik zaman bir ömür gibi gelmişti, akıl dumura uğramıştı sanki.
Gün içinde, haberler geldikçe, felaketin boyutu ortaya çıkmaya başladı. Dahası depremin vurduğu yerler netleştikte, koca koca kentlere, milyonlarca insana verdiği zarar, yarattığı ağır tahribat ortaya çıktıkça, yüreğimizi ağzımıza getiren, bizi hepten alt üst eden küçük kıyametimizi unutmaya, sıkıntılarımızı bir kenara koymaya başladık. Her ne kadar depremin vurduğu yerlerden biri olan Diyarbakır’da olsak da kendi yaralarımızı sarmakla cebelleşsek de aklımız Urfa’da, Adıyaman’da, Malatya’da, Elazığ’da, Antep’te, Maraş’ta, Osmaniye’de, Hatay’da, İskenderun’da, Elbistan’da, Pazarcık’ta, Islahiye’de, Afrin’de, en çok da Cindirês’de… dahası kendi enkazı altında eli kolu bağlı beni, bizi, tüm ülkeyi, tüm dünyayı bir umutla bekleyen depremzedenin bulunduğu her yerde, yaşamın olduğu her taşın, her betonun, her molozun altında…
*
Daha çocuk yaşta, henüz dünyayı anlamaya başladığım yıllarda, Siverek’te, Koçbaba Birinci Çıkmaz'daki toprak evimizde Lice depremini yaşadım. O zaman, depremin ne olduğunu koca koca adamların, kadınların, en gözü pek gençlerin, çocukların can havlıyla sokaklara fırlamasıyla, evimizin tam karşısındaki Koçbaba'ya sığınmasıyla, az ilerimizdeki Kanlıkuyu meydanını, Ağaçhanlıların parkını doldurmasıyla anladım.
Sığındığımız, daha doğrusu mahalleli olarak çekildiğimiz, depreme karşı kendimizi korumaya aldığımız yer Koçbaba’da ilk defa duyduğum, anlamını da o gün öğrendiğim en ürkütücü laf, “kıyamet” lafıydı. Koçbaba türbesinin başında hüngür hüngür ağlayan kadınların, çocukların anlattıklarına göre, dünyanın sonu gelmişti artık, beklenen kıyamet kopmuştu bir kere, ölümü beklemenin dışında yapılacak bir şey kalmamıştı, dahası kaderimizde ne yazılmışsa, alın yazımızda her ne varsa onu yaşayacakmışız, bundan kaçışın bir yolu yokmuş. Üstelik şehir, Gevendiris yolu üzerindeki Beyaz Mezar’a (Mezelê Spî) kadar yayılmıştı, kendini bilmez bir ahmak, bir binamaz Beyaz Mezar’ın az ötesinde, kendi üzüm bağının içinde koca bir ahır yapmıştı. Bir rivayete göre, yada bilmem hangi alimin, şeyhin, evliyanın anlattığına göre ne zamanki şehir oraya kadar yayılır, Beyaz Mezar şehrin içinde kalırsa dünyanın sonu gelecekmiş. Herkesi bilmem ama ben o zaman bu hikayeye inanmıştım, rivayetlere kaptırmıştım aklımı, o ahırın sahibi her kimse ondan nefret etmiştim, imkanım olsa onu bir kaşık suda boğacaktım. Çünkü ahırın sahibi benim kaderimle oynamıştı, dünyanın sonunun gelmesine, kıyametin kopmasına neden olmuştu…
*
Gel zaman, git zaman 1999 yılında gerçekleşen Düzce depremini Çanakkale’de, Kocaeli depremini ise İstanbul’da yaşadım. Her ikisinin de sonucu korkunçtu, her ikisi de büyük bir mal ve can kaybına neden olmuştu. Marmara baştan başa kan ağlıyordu, acısı sınırları aşmıştı, biz, ülke, dünya hep birlikte oraya koşmuştuk, gücümüz oranında dermen olmaya çalışmıştık, depremzedeye can olmak için yüreğimizi ortaya koymuştuk. Bu defa kıyamet, dünyanın sonu, falanca mezarın ötesinde yapılan ahır konuşulmuyordu, hurafeler bir kenara bırakılmıştı. İnsanlar, özellikle de bilim insanları korkusuzca gerçeğin kendisine, tahribatların sebeplerine, akıl almaz sonuçlarına dokunuyordu. Hırsız, çapulcu müteahhitler, beceriksiz yöneticiler, görevini yapmayan belediyeler, ülkeye duyarsız hükümetler konuşuluyordu. Memlekette ne kadar yer bilimci, deprem bilimci varsa hepsi günün her saatinde televizyon, televizyon dolaşarak depremi, depremin nedenlerini, depremin sonuçlarını konuşuyordu, olup bitenleri herkesin anlayabileceği bir dille anlatıyordu, gazeteler çarşaf çarşaf beyanatlarını yayımlıyordu. Bu defa oldu, bu defa aynı hataya düşülmeyecek, her kes görevinin hakkını verecekti, harfiyen sorumluluklarını yerine getirecekti diye düşünmeye başladık memleketçe. Yine olmadı, yine yanıldık, bir daha aynı hataya düştük, lanet çamura saplandık, dahası ülke olarak bir daha dehşete kapıldık, kendi gerçeğimizde boğulduk Maraş depremi ile, Elbistan depremi ile…
*
Son depremde, otuz saniyelik yer sarsıntısında ne kadar kahraman, gazi, şanlı, yaman yer, memleket varsa hepsi yerle yeksan oldu, binlerce insan hayatından oldu, sayısız insan yaralandı, milyarlarca lira heba oldu, milli servetin büyük bir kısmı tarumar oldu, ülke olarak bir anda yoksullaştık, geriledik. Neden… Neden Hatay, Maraş, Adıyaman, Antep, Urfa, Malatya ve daha birçok ilçe, kasaba, köy bir anda yok oldu, neden onca insanımızı kaybettik, neden, neden, neden… Bizim nedenini bilmeye hakkımız var, depremzedelerin nedenini bilmeye hakkı var. Hiçbir güç, hiçbir erk “kaderimizde bu da varmış” diyerek sorumluluktan kaçamaz, yaşadığımız gerçeği perdeleyemez, bizi bu haktan mahrum bırakamaz, hele aklımızla hiç oynayamaz…
*
Diyarbakır’a gelince…
Bir an bile tereddütte girmedi Diyarbakır, bir adım bile geri durmadı Diyarbakır, ne yapması gerektiğini ilk andan itibaren bildi, yapacağını da yaptı. Evet, her zamanki gibi ilk andan itibaren ne yapacağını, nereden başlayacağını bildi Diyarbakır, yüreğimizin payitahtı. Genciyle yaşlısıyla, kadınıyla erkeğiyle, bir saniye bile kaçırmadan, kimsenin düsturunu beklemeden koştu enkazlara, dişle, tırnakla girişti ilk andan itibaren en girilmez sanılan enkazlara, en yaklaşılmaz sanılan yıkıntılara, çekip aldı insanını beton yığınlarının altından.
Kısa sürede ne kadar aç, açıkta kalmış hemşehirlisi varsa hepsinin imdadına yetişti, hemen her sokağın başında, her caddenin üstünde, onlarca, yüzlerce aş, ekmek dağıtan tezgahlar kurdu, o en soğuk gecelerde, karlı havalarda sıcacık çorbalar, yemekler dağıttı. Evi sağlam olanlar, tereddüt etmeden evi hasarlı olanları aldı, bağrına bastı, yuvasına ortak etti, bir tek kişiyi bile dışarda bırakmadı Diyarbakır. Halkıyla, sivil toplum kurumlarıyla, meslek örgütleriyle, odalarıyla, zenginiyle, yoksuluyla bunu yaptı, bir kez daha varlığını aşkla paylaşmayı bildi, öncü misyonunu gerçekleştirdi, çevresine, dünyaya örnek oldu. Hurafelerle uğraşacak zamanı olmayan, kesilen kolonların tartışmasını, hesabını sonraya bırakan Diyarbakır, elinden ne geldiyse hakkıyla yaptı…
Kendi sıkıntılarını aşar aşmaz, Adıyaman’dan Hatay’a kadar her tarafın imdadına koştu, koşmaya devam ediyor.
İyi ki varsın Diyarbakır, iyi ki varsın Amed’a rengin…