Başlamadan önce “dar” ağaç demek, incir de “hejir” demek, “hejiroke” de incirlim, incirim, incirli, incir gibisin, incir ağacısın v.s demek.
Geçen haftadan tekrar yazı yazmaya başlamamdan dolayı son derece mutluyum bahtiyarım.
Yazmaya başlarken kendimi bir top sahasına çıkmış bilmediğim bir takımla ve kendi oynadığım takıma da misafir oyuncu gelmiş gibi hissediyorum.
Bu ne demekse artık?
İroni yapmayı sevdiğimi bir yana bırakıyorum.
Hele hele seyirciyi de hiç bilmiyor tanımıyor, hangi milletten, hangi uyruktan geldiklerini bile bilemeden tahmin etmeden sahaya çıkıyor hakemin ilk düdüğünü çalmasını bekliyorum.
Hakem düdüğü çalar çalmaz sahada oradan oraya koşmaya başlıyormuşum gibi hissediyorum kendimi.
Dolayısıyla ki son iki yıldır antrenman niyetine Murathan Mungan okumaktan başka bir şey yapmadım.
Yazma sanatı ve yazmayla ilgili yazarlık ne demek yazar olmak nedir ne değildir nasıl yazar olunur nedir yazar, ben bir yazar mıyım gibi konulara çok ilgi duydum ve araştırmalar yaptım.
İlk olarak Amerikalı yazar
Stephan King’ in, “Yazma Sanatı” kitabını edinip okumak bana iyi geldi.
Ardından Yazmak ve yazarlık konusunda beni çok etkileyen kitaplardan biri de yine Murathan Mungan’ ın değişik yazarlardan topladığı seçkisiyle yayınlanan
“Yazıhane” adlı kitabı bu alanda beni besleyen etkileyen dikkatlice altını çizerek okuduklarımdan oldu.
Yazmak/ okumak edebiyat/ yazar/ yazarlık konusunda bu iki yılı böyle geçirdim diyebilirim.
Murathan Mungan’ın bana kattıklarını belki ileriki zamanlarda sizinle paylaşabilirim.
Zira tam bir okul benim için. Eminim birçok okuru için de bu böyledir.
Onun yazdığı dağınık görünen aslında bütünlük sağlayan insanı atlas döşekler üzerine oturmuş halde Alâeddin’in Lambası misali diyardan diyara, hikayeden bir başka hikayeye, öyküden dünyanın öbür ucundaki bir öyküye götürüp gezdirdiği, nehirler üzerinden atlattığı, Denizleri bir çırpıda geçerek bir kıtadan öbürüne götüren dünyasında birlikte çıktığınız bir yolculukta olduğunuzu hissedersiniz.
Her defasında bir kitabını alıp birkaç sayfasını okuyup tekrar öbürünü, o da olmadı öbürünü ve en önemlisi seyahatlerimde kitapları birlikte gezdirerek okuyabildiğim kadar satır aralarını ve altını kalın bir kalemle çizerek, çizdiğim kenarlarına notlar alarak birbirinden güzel, içinde kaybolduğum tam manasıyla derya deniz öğreti ve anlatımıyla, beslendiğim ve daha çok besleneceğim duygusu beni sonsuz mutlu etti/ediyor.
Kendisine buradan şükranlarımı sunuyor iyi ki yazıyor, iyi ki var ve iyi ki düşünüyor, düşüncelerini hayata aktarıyor bu düşünceler bu şekilde hayat buluyor.
Kendisine yaşarken saygı ile...
Son zamanlarda en çok yazmak istediğim konulardan biri özellikle Avrupa ülkelerine yeni gelenlerle ilgili.
Her ortamla kendileriyle karşılaşıyorum.
Gözlemlediğim kısaca şu, kendilerini bir üst sınıfta sayarak tuhaf davranışları var toplum içinde.
Örneğin kendilerini öyle deşifre etmeyi seviyorlar ki bakın ben buradayım biz buradayız dercesine aslında trajik komik bir durumda olduklarının farkında değiller.
Ben doktorum, ben mühendisim, ben öğretmenim, ben müdürüm, ben danışmanım, ben. Ben. Ben...benn…
Gurbette altmış yılını türlü cefayla eziyet ve zor işlerde çalışarak varlığını bu günlere kadar taşıyan/ getiren kendi insanı kendi halklarına üst tepeden baktıklarının farkında dahi değiller.
Sürekli bir üst sınıftan geldiklerini göstermenin tuhaf gülünç ispatı içindeler adeta.
Böyle olmayanları tenzih ederim!
Eğer tesadüf bir restoranda veya bir mekânda yan yana alakasız oturmanıza rağmen üç dakikada sesli vaziyette nerden geldikleri ne oldukları meslekleri hakkında bilgi sahibi oluyorsunuz anında.
En son böyle bir ortamda şu diyaloga istemeden kulak misafiri oldum.
Çok sevimli tatlı bir kız çocuk babası olduğu belli olan ortamdan kızı dışında kendini izole etmiş görünen genç bir adam kızına habire,
“Gel yanıma baban çocuk doktoru ya seni de muayene edecek” diyordu.
Sevimli tatlı kız da oradan oraya koşuyor çocuk babasından birkaç adım uzaklaştıkça baba aynı şeyi söyleyerek etraf duyacak şekilde bu oyunu bilerek herkes duysun diye inatla sürdürüyordu.
Avrupa görgü kurallarının geçerli ve önemli olduğu bir kıta parçasıdır.
Görgü kuralları çok önemsenir önemlidir.
Toplum içinde bırakın bangır bangır meslek grubunuzu dillendirmenizi ortamda özellikle sesli konuşmak çok ayıp bir şeydir.
Yıllarını burada geçirmiş gurbetçi vatandaşlarına karşı son derece önyargılı statülerini bariz belli eden tavır ve davranışları tepeden bakma hallerini onları küçümseyen tavırlarını görmenizi isterdim.
Küba seyahatimde bunu ilk o zaman fark etmiştim.
Geziye Avrupa da yaşayan bizler dışında İstanbul’ dan katılan bankacı olduklarını öğrendiğim bir grup vardı.
Yaklaşık otuz kişiydik bunların sürekli bizden kaçarcasına on iki günü nasıl hem birlikte hareket edip hem kendilerini guruptan bu kadar izole edebilmeyi becerebildiklerini gezinin bitmesine iki gün kala anlamış ve dayanamayıp sormuştum.
Aldığım cevap tam da şöyleydi.
“Sizler bizim için oy kullandınız“ sorun bu.
“Empati kuramaz mısınız “dedim.
“Hayır dediler.
Avrupa’da kurulan sandıklara ilk baştan ve devamında halen karşı olama rağmen heyecanla gidip oy kullananlarla iyi kötü empati kurabiliyorum.
Zira Avrupa’da yıllarca iki taraftan da yok sayılan bu halklar yıllar sonra önlerine konulan sandıklara koşa koşa gittiler.
Heyecanları zirve yapmıştı, uzun kuyruklar oluşturarak saatlerce seçim sandıklarında oy kullanmak için beklediler.
Kendilerine geç kalkınmışlığın telaşıydı bekli, heyecanla kullandıkları oylar sonucunu tahmin daha edemediler/edemezlerdi...
Ayrışmak / ayrıştırmak/ ötekileştirmek için bahane çok.
Kendini üstün bir varlık görerek öne sürenden, mesleğini insanın gözüne sokandan, yakalarında kartvizit takıp dolaşanlardan, “ben oldum” diyerek ortalıkta afra tafra dolaşanlardan bu ülke çok çekti ve halen çok çekiyor.
Mütevazilik hak getire ve görgü!
Görgü görmekle alakalı, âmâ öyle böyle görmek değil, her gördüğü kareyi elinde taşıdığı akıllı telefonuna kaydetmek/ kaydedince “gördüm” demek değil...
Görmek! Görmek demek…!
Başa dönersek top sahasında halen top çeviriyorum oradan oraya...
Avrupa’ ya yeni gelenlerin hem entegre olmaları bütün görgü kurallarını sil baştan öğrenmeleri için yıllar gerekecek.
Burası Dingo’nun Ahırı değil, bu fark edilecek eminim.
Avrupa ya entegre olmaları uzun sereceğe benziyor ve kendi halklarıyla barışık, yargısız, nazik,mütevazi, empati kurmaları konusunda bayağı bir yol kat etmeleri gerekiyor.
Gelelim “Dar Hejiroke” meselesine...
Annemle Diyarbakır’ da bir yerden bir yere gideceğiz onu ta evden çıkmadan sıkı sıkı tembihliyorum.
Sakin dışarda benimle Türkçe konuşma, Türkçe konuşmandan utanıyorum.
Kürtçe konuş, ben de seninle Kürtçe konuşacağım, ben seninle Kürtçe konuşmaktan dolayı rahatsız olmuyorum bilakis anlamayan anlamıyor anlayan da kendi biliyor.
Rahmetli itiraz ederdi.
Niye ma ben Türkçe konuşabiliyem.
Yok, derdim sen Türkçeyi konuşamıyorsun Kürtçe konuş.
Türkçeyle tanışalı altıncı yılım olmuştu dili öğrenmeye başlamış, konuşmaya başladığımdan beri mutlu olmuştum.
Tarih benim Diyarbakır Ali Emiri Ortaokuluna gittiğim zaman 12 Eylül 80 sonrası.
Yasakların yaşımdan dolayı hem farkında hem değil olduğum /olmadığım bir zaman.
İnsanların cezaevlerinde çocuklarıyla Türkçe ezberledikleri tek kelimeleri anlamadan konuşmak zorunda olduğu zamanlar.
Annem nerden bilebilirdi ki inatla dolmuşta otobüste benimle bildiği tek tük Türkçe kelimeleri ısrarla konuşmak istediğini.
Kim bilebilir o zamanlar işkence görenlerin birer şehir efsanesine dönen cezaevinde yaşanan olayların onu korkutan ürküten halini, iç dünyasını.
Beni koruma içgüdüsüyle inatla bildiği tek tük kelimelerle Türkçe konuşmak istediğini /konuştuğunu, başıma bir şey gelir korkusu!..
Kırk yıl sonra!
Değişen bir şey yok, yasak bir dil!
Kabul görmemiş bir dilin,
“Dar Hejiroke” si mecliste.
Doğrusu CEHAPENİN oy çalması Bursa ilinde...
Hade mübarek olsun...
Sevgiye Kalın...