Dağlarla çevrili bir köyde doğup büyüdüğüm için dağlar ile büyüdüm diyebilirim rahatlıkla. Bilhassa da Andok Dağı ile. Evimizin tam karşısındaydı. Evden çıkmak için kapıyı açtığımda onu görürdüm ilk. Her sabah tüm heybetiyle "Uğurlar olsun." der gibi dururdu karşımda. Her akşam eve girerken de ilk o selamlardı beni . Şimdi büyüdüm ve bütün vaktimi köyde geçiremiyorum artık. Yarı şehirli yarı köylü bir birey oldum, çıktım. Ama her iki konumda da eve her girdiğimde ilk o selamlar beni ve evden her çıktığımda da ilk o uğurlar beni hâlâ.
Çocukluğumdan beri hayatımın hep bir yerinde olan bu dağı, bu dağın bende çağrıştırdıklarını durup düşünüyorum bazen ve zamanla hayli değiştiğini görüyor, anlıyorum. Anlıyorum ki her insan kendi dağını yaratıyor. Bu dağı ben yaratmadım elbette ama her neyi temsil ediyorsa, her ne anlamı varsa bende ona o anlamı, temsiliyeti ben yükledim. Nitekim çocukluğumda hep bir erkeğe benzetir ve eğer bir cinsiyeti varsa dağların Andok erkektir kesin diye düşünürdüm. Çünkü bütün özellikleri erkeksiydi. Heybetliydi, güçlüydü, dikti, yenilmezdi, kahramandı... Ama kadın öyle miydi? Kadın güçsüzdü, heybeti yoktu, kendi başına dik duramazdı, yenilmeye müsaitti vesair. Çünkü bize öyle öğretmiş, öyle aşılamışlardı. Ataerkil bir toplumda yaşamanın etkileri böylesi güçlü ve tesirli idi işte. Bu nedenle ben de Andok'u erkek olarak düşünmüştüm hep. Sonra ne zaman ki büyüdüm ve aklımı kullanmayı öğrenip kendimi, çevremi tanımaya başladım bendeki bu düşüncenin ne denli yanlış olduğunu anladım. Çünkü annemi tanıdım en başta ve annem dağların en gizemlisiydi. Heybetli, güçlü, kolay yenilmez ve uluydu. İşte o zamandan beridir Andok'a her baktığımda onu bir erkek olarak görmüyorum artık. Kadın da olabilir diyorum.
Annem ile beraber dağın kadının özelliklerini de taşıdığını, her kadının içinde bir dağ sakladığını gördüm, anladım ve o gün bu gündür dağları daha bir seviyor daha bir sayıyorum.