Çağlar öncesinden püskürmüş volkanik bir dağdır, Karacadağ. Her ne kadar da, Urfa, Mardin ve Diyarbakır illerinin sınırdaşı olsa da Karacadağın hem dağ, hem de yerleşim yeri olarak muhabbeti ve ilişkisi hemşehrisi Diyarbakır‘ladır.
Urfa’nın ilçesi Siverek’ten çıktıktan sonra, Diyarbakır’a varıncaya kadar sağlı sollu araziyi silme taş ve kayalarla dolu olarak görenler, Karacadağın yalnız taşlık alan olduğunu sanıp yanılabilirler. Ama taşların aralarında ve de altında nelerin gizlendiğini ancak bilenler bilir.
Karacadağ işte, uzaktan öyle heybetli gibi durmasa da asırlardır yerinde. Şair boşuna dememiş; “Açar / Kan kırmızı yediverenler /Ve kar yağar bir yandan /Savrulur Karacadağ / Savrulur Zozan...”
Bölgede bitki çeşitliliği bakımından zenginlik gösteren ve pek çok bitkinin gen merkezi konumunda Karacadağ. Neredeyse 250’ye yakın endemik bitkinin bulunduğu ve de bio çeşitlilik açısından da epeyce geniş bir alan Karacadağ. Bu bitkilerin 40 ayrı familyayı kapsadığı birçoklarının ifade ettikleri olarak dillendirilirse zenginliğin boyutu daha da anlaşılır olur. Örnek olsun diye, Ters Lale’nin ana vatanı Karacadağ dersek gerisini siz düşünün.
Ve yine bu ülke sınırları içinde yetişen en az on yabani buğday türünün yarısı Karacadağ kaynaklı. Son 35 yıldır Karacadağ eteklerinde yapılan arkeolojik kazılarda; Karacadağ’da 11 bin yıldan bu yana yabani einkorn buğdayının yerelleştirildiği bilimsel veridir.
Karacadağın çevresinde dengeli bir arazi dağılımı da yok. Zaten mevcut arazilerin büyük kısmı da taşlık. Ekilebilir alanlarsa sınırlı. Tüm bu nedenlerle de halkın temel geçim kaynağı hayvancılık. Oldukça sınırlı olan sulanabilir alanlarda da çeltik ekimi egemen. Üretilen Karacadağ Pirinci hem bölgede hem de ülke genelinde ünlü ve tercih sebebi. Beyler ve aşiret sofralarının temel girdisi damak tadı açısından da “ Qerejdağ pirinci “.
Yalnız bu kadarla mı ? Değil tabii. Suları, su kaynakları da ünlü Karacadağın. Ve o denli ünlü ki, hikayesi 500 yıl öncesi Osmanlıdan bu yana devam ede geliyor. Kanuni Sultan Süleyman Bağdat seferine giderken bu sudan içer ve sağlığına kavuşur. “Bayındır ola benim Kara Amidim “der ve ekler. “ Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi./ Olmaya cihanda devlet bir nefes sıhhat gibi.”
Suyun adı da var, “Hamravat Suyu“. O dönemlerde Karacadağ’ın eteklerinde bu su çıkar ve iki günlük bir yol kat ettikten sonra “ kantaralar”la şehre taşınır. Yetmez, bir de suya kalite kontrolü yapılır. Pamuğu batırırlar bu suya, sonra da pamuğu kurutup yeniden tartarlar, ağırlığında bir değişiklik olmadığını fark ederler. İstanbul’daki Eski Saray kapısı önündeki Yektâ çeşmesi suyunda da aynı deneyi yapmışlar. Anlatılır ki Karacadağ’ın suyu daha hafif gelmiş. Bu duruma tanık olanlar demişler ki ; “Safra ve balgamı temizler. Sevdâ çekenleri ise rahatlatır Hamravat“.
Osmanoğullarından Sultan İbrahim Han bu suyun methini duyup “bana Diyarbekir’den Hamravat suyu gelsin“ emir ferman buyurmuş. Ona Ahmed Paşa Diyarbekir Valisiyken altı güğüm çinkodan, altı güğüm kurşundan, altı güğüm de senek adı verilen çam ağacından çömleğe Hamravat suyu doldurup mühürletmiş. Suyun İstanbul’a ulaştığı gün İbrahim Han oğlu Sultan Mehmet’in tahta geçme töreni varmış. 8 Ağustos 1648 günü ikindiden sonra Sultan Mehmet önce Hamravat suyundan içmiş ertesinde de tahta çıkmış. İşte bu su Diyarbekir’in ve Karacadağ’ın yüzsuyudur. Bu baptan hareketle Sultan Süleyman demiş ki ; “Tanrının rahmeti ve selameti (bu şehrin) üzerine olsun”.
“Çağlar boyu Kürt göçünün orta asyası olmuş” Karacadağın üfürdüğü taşlardır bu satırların yazarı bencileyine ve Diyarbekire duyarlıkla yol veren…
Ez cümle demem odur ki; sadece rahmete değil, sükunete, selamete, barışa, özgürlük ve adalete o kadar çok ihtiyaç duyulan zamanları yaşıyoruz ki! Aklı selim hepsinin önünde koşuyor…
Şeyhmus Diken Mayıs 2016 Diyarbekir