“Büyük Dönüşüm”, Korona, Geleceğimiz

Müslüm Üzülmez

Karl Polanyi, 1944 yılında yayımlanan “Büyük Dönüşüm” kitabına “On dokuzuncu yüzyıl uygarlığı çöktü” cümlesiyle başlar.(1)

Liberalizm ve anti-komünizme karşı oluşuyla bilinen düşünür K. Polanyi’nin burada çöktüğünü iddia ettiği şey, uygarlığın temel dayanağı olduğu söylenen ve kendi kurallarına göre işleyen piyasadır.

Karl Polanyi’ye göre, piyasa mekanizması insana ve doğal çevreye değer vermez. Serbest piyasanın toplumun doğasına aykırı siyasi bir proje olduğu en önemli argümanıdır. Çöküş hipotezini de şu sözlerle ifade eder: “Piyasa mekanizmasının insanların ve onların doğal çevresinin kaderinin, hatta satın alma gücünün miktarı ve kullanımının, tek yönlendiricisi olmasına izin vermek toplumun çöküşüyle sonuçlanır.”(2)

Bizler şuan yirmi birinci yüzyıldayız. Bizim uygarlığımız da taşıdığı ağır yükün altında mecalsiz kalmış titreyip sallanıyor. Çöküşü yakın.

Benim bu iddiamın temel dayanağını, başımızın belası koronavirüs salgını karşısında en gelişmişinden en köhnesine tüm devletlerin, ulusal ve uluslararası kurumların çaresiz kalmaları, salgının birlikte hayatımızın birçok açıdan değişime uğraması oluşturuyor. Dünya genelinde alınan bunca tedbire rağmen, neredeyse üç yıldır devam eden korona salgınının tüm dünyada, bu defa Omicron olarak farklı bir biçimde yeniden hız kazanması bunun kanıtıdır.

Salgının bu yeni varyantı karşısında küresel çapta büyük bir şaşkınlık ve bilinmezlik yaşanıyor; insanlar öngörülemez bir durumla karşı karşıya kaldı.

Sağlık kurumları ve bilim insanlarının açıklamaları hiç iç açıcı değil: Ne olacağını ve bu işin nereye varacağını da kimse bilmiyor. Uzun yıllar bu tehlikenin daha devam edeceği ve çok canları yakacağı ihtimali var.

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) Genel Direktörü T. A. Ghebreyesus, örgütün Cenevre’deki merkezinde küresel sağlık uzmanlarıyla gerçekleştirdiği yılın ilk basın toplantısında, “Covid-19’un Omicron varyantının son olmayacağını, virüsün ‘evrim’ geçirmeye devam ettiğini”(3) açıkladı. Yaklaşık bir hafta sonra da, DSÖ Avrupa Direktörü Hans Kluge, gelecek altı-sekiz hafta içinde Avrupa nüfusunun yarısından fazlasına koronavirüsün Omicron varyantının bulaşmasının beklendiğini bildirdi.(4) Yoğun Bakım Uzmanı Prof. Dr. İsmail Cinel ise, Türkiye’de koronavirüs vaka sayısının, tabloya yansıyandan 2-3 kat fazla olduğunu, vatandaşların PCR’den kaçtığını, virüs “yeni silah olarak hızlı bulaşma gücünü kazandı” açıklamasında bulundu.(5)

Geçmişte insan sağlığı, yaşama hakkı, doğal çevre ve geleceğimiz düşünülmeden herkes ekonomiye/piyasaya çalıştı, ama soru biyolojiden gelince hep birlikte sınıfta kaldık. Kümese giren tilkiyi fark eden şaşkın tavuklar gibi şimdi huzursuz ve çaresiz bir şekilde çırpınıp duruyoruz.

Klinik Psikolog/Psikoterapist Özge Yüksel, salgın daha ilk başladığında, yani yaklaşık iki yıl önce mevcut durumu yalın bir şekilde anlatmıştı: “Covid-19 salgınının etkisiyle, yeni zamanların içinden geçiyoruz. Dünyanın güvenli olduğuna, sevdiklerimizin başına kötü bir şey gelmeyeceğine, doğru şeyleri yaparsak kendimizi koruyabileceğimize dair temel inançlarımız, kısaca üzerine bastığımız zemin sarsılıyor. Belki de bildiğimiz dünyanın sonundayız. Maddi ve sosyal kayıplarımızın yanı sıra, çok kısa bir süre içerisinde yeme, uyuma, çalışma düzenimiz ve rutin sosyalleşme pratiklerimizi de kaybettik. Bu kayıpları pek anlayamadan da kendimizi yeni bir düzenin içerisinde bulduk ve bir süredir bu sarsıntılı zeminde dengeyi bulmayı çalışıyoruz.”(6)

Durum dünden pek farklı değil, değişen bir şey yok, hâlâ “sarsıntılı zeminde denge” arayışındayız. Dahası durum biraz daha vahim ve süreğenleşti. Yeniden hastalık ve ölümlerin katlanarak artacağından, hasta ve ölülerimize sahip çıkamaz duruma geleceğimizden herkes endişe duyuyor, sevinç ve mutluluklarımızın kursaklarımızda kalacağından korkuyoruz.

Korku zalimdir, insana her şey yaptırır. Korona salgını ilk başladığı zaman bazı insanlarımız yaşayabilecekleri daha güvenli, insan yoğunluğunun az olduğu yerler aramaya başlamıştı. Gelir düzeyi iyi olmayanlar köylerine, gelir düzeyi kısmen iyi olanlar ise araziler alıp çiftlik, ev ya da villa yapmaya veya konut alarak Ege, Akdeniz ve Karadeniz bölgelerine yöneldi. Bazıları da inzivaya çekildi.

Bu kaçışlarda, daha doğrusu büyük kentleri terk edip Ege, Akdeniz ve Karadeniz bölgelerine yönelenlerde ilk sırayı doğal olarak okuryazarlar aldı. Kent yaşamının salgınlarda daha çok tehlike taşıması ve bilinen diğer trafik, ulaşım, çevresel kirlilikler, pahalılık, doğadan kopma ve kent yaşamının çok hızlanması gibi nedenlerle… Kaçışlara “büyük kent, büyük yalnızlıktır” özdeyişinin hatırlattığı yalnızlıkları da ekleyebiliriz.

Dönüş nedenleri her birinin farklı olsa da, birçok “akıllı” ve paralı insan “ilkel”e, yani eskiye yolculuk yapmaya başladı, “hadi köyümüze geri dönelim” misali.

Oysa toplum tarihi bizlere farklı bir şey söyler. Sosyal gelişmenin yönü hep ileriye yöneliktir, geriye dönük bir gelişme yaşamın diyalektiğine aykırıdır: Tarih boyunca hep köylerden/kırlardan kentlere nüfus akını olmuştur, kentlerden köylere değil. Salgın durumu alışkanlıklarımız gibi duygularımızı da etkilediği için, bu geriye/köye dönüşleri ya da inzivaya çekilmeleri anlayışla karşılamalıyız, ama bunlar boş bir gayrettir. Ne yaparsak yapalım beladan kaçış yok, salgın karşısında gidenler ve kalanlar bir bütünün parçalarıdır. Devletlerin sınırlarını kapatmaları bir işe yaramadı, köye dönüşler mi bir işe yarayacak?

Bağışıklık sistemi bozuldu sistemin. Korona salgını buzdağının sadece görünen yüzü, sorun çok daha derinlerde ve nitelik olarak da çok büyük ölçekte:

Köklü bir değişim ve dönüşümün içindeyiz, başka bir mecraya evriliyor insanlık.

Kaynakça:

(1) Karl Polanyi, Büyük Dönüşüm, Çev: Ayşe Burğra, İletişim Yayınları, s.35.

(2) Karl Polanyi, s.120.

(3) https://tr.euronews.com/ (06/01/2022)

(4) https://t24.com.tr/haber/ (11/01/2022)

(5) https://t24.com.tr/haber/ (08/01/2022)

(6) https://www.gazeteduvar.com.tr/ (25/04/2020)