Dışımızdan, renkli dünyalardan, televizyon ve sosyete yaşamından, diziler ve mankenlerden habersizdik! Liseye bile yamalı pantolonlarla gittiğimiz dönemlerdi. Ve okumanın çok önemsendiği, kitapların az ve kutsal olduğu dönemlerdi. Ve bizim kuşak, biz; kitaplarla dünyaya açılıyorduk. Kitaplarla denizleri, okyanusları, kıtaları, ülkeleri, kentleri görebiliyorduk. Resim sergilerinden, operalardan, müzik resitallerinden haberdar oluyorduk! Bir ekmek kırıntısını da, bir yazılı kâğıt parçasını da öperek yerden aldığımız dönemlerdi. Dünyanın küçüldüğü, cep telefonlarıyla cebimize sığdığı dönem değildi! Dipten bir uyanış vardı. Ve ben âşıktım, şiir karalamaya başladım. İlk, çevremdeki yakın arkadaşlardan tepki gördüm. “Burjuva özentisi” bir iş yapıyormuşum! Sonra kültür gecelerinde şiir okudum diye hışımla üzerime varıldı. Evdekiler korkutulduklarından ben içerden çıkıncaya kadar dosyam yakılmıştı. Hafızamı yitirir gibi olmuştum. Ve hemen sonrasında o kanlı 12 Eylül geldi. Öğretmenliğim de gasp edildi. Suçum çok büyüktü: okumak ve yazmak! Yapılabilse bir yaprağın bile yeşermesine izin verilmeyeceği bir gaddarlık yaşandı. “Yasak kitaplar” kavramıyla kitap okumak bile yasaklandı. “Yazmasam çıldıracaktım!” Kendimi şiire verdiğim bir dönem oldu.
Şimdi düşünüyorum da ben böyle gencecikken ve şiir diye bazı şeyler karalarken, devletimin sayesinde şiirin ve yazının ciddi bir iş olduğunu kavradım. Yoksa yoksul bir ülkede ve kültürel ortamın zayıf olduğu yerde, şimdi ben de birçok arkadaşım gibi şiirle de, yazıyla da belki ilgisiz biriydim! Ve ben, sahici şiir ve yazıların ciddiyetini kavrayamazdım! Yalnız ben mi? Hayır hayır! Nazım Hikmet’ten tutun da, Sabahattin Ali, Orhan Kemal, Kemal Tahir, Rıfat Ilgaz, A. Kadir Meriçboyu, Hasan İzzettin Dinamo, Cevat Şakir Kabaağaçlı, Ahmed Arif, Enver Gökçe, Musa Anter, Şükran Kurdakul, Muzaffer İlhan Erdost, Ahmet Telli, Yılmaz Güney, Ahmet Kaya, Nevzat Çelik, Edip Polat, Ahmet Hicri İzgören, Yılmaz Odabaşı ve daha niceleri!