Türkiye’de Kürt meselesi, tarihsel olarak güvenlik, terör ve bölünme gibi dar çerçevelerle ele alınmıştır. Bu sınırlayıcı yaklaşım, devlet ve medya eliyle pekiştirilmiş, dolayısıyla mesele bir demokrasi ve yurttaşlık sorunu olarak değil, bir güvenlik meselesi olarak kodlanmıştır. Oysa Hannah Arendt’in de belirttiği gibi, modern ulus-devletlerin dışlayıcı doğası, yalnızca hukuki düzenlemelerle değil, siyasal tahayyülün genişletilmesiyle dönüşebilir. Türkiye de bu çerçevede Kürt meselesini yalnızca bir güvenlik sorunu olarak değil, demokratikleşme ve kapsayıcılık ilkesi temelinde ele almak zorundadır.
Bu bağlamda, Jürgen Habermas’ın “anayasal yurttaşlık” kavramı devreye girmektedir. Habermas’a göre, yurttaşlık yalnızca etnik temellere dayalı ulus inşası ile değil, anayasal eşitlik ve demokratik normlarla inşa edilmelidir. Türkiye’nin Kürt meselesini çözebilmesi için, yalnızca Kürtlere yönelik hukuki ve siyasi reformlar değil, anayasal vatandaşlık temelinde yeni bir yurttaşlık anlayışı geliştirmesi gerekmektedir.
Türk toplumunda Kürt meselesine dair yaygın bir korku var: Kürtlere daha fazla hak verilirse ülke bölünür. Ancak siyasi tarih bunun aksini göstermektedir. Etnik kimliklere daha fazla özgürlük tanıyan ülkelerde bölünme değil, aksine toplumsal bütünlük ve demokratik meşruiyet güçlenmiştir.
Örneğin: Kanada’nın Quebec modeli, Fransızca konuşan azınlığa geniş kültürel haklar tanıyarak ülkenin birlikteliğini korumuştur. İspanya’nın Katalonya ve Bask bölgelerindeki özerklik düzenlemeleri, bölünme riskini değil, siyasi istikrarı artırmıştır. İsviçre’nin çok dilli kanton sistemi, birden fazla etnik grubun siyasal temsilini sağlayarak federalist bir birliktelik oluşturmuştur.
Türkiye’de Kürtlerin anayasal olarak tanınması, Kürtçenin eğitim ve kamusal alanda daha fazla yer bulması ve yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, bölünmeye değil, aksine daha güçlü bir demokrasiye ve toplumsal barışa yol açacaktır. Ancak bunun anlatılması ve toplumun ikna edilmesi gerekir.
Bugün televizyonları açtığımızda, gazetelere göz attığımızda Kürt meselesiyle ilgili haberlerin büyük çoğunluğu ya güvenlik eksenli ya da kriminalize edici bir dille yazılmaktadır. Kürt kimliği neredeyse yalnızca “sorun”, “terör”, “tehdit” gibi kelimelerle yan yana anılmaktadır. Oysa Türkiye’de milyonlarca Kürt yaşıyor ve bu insanlar yalnızca güvenlik politikalarının bir parçası olarak ele alınamaz.
Michel Foucault’nun söylem analizi yaklaşımıyla ele alındığında, devletin ve medyanın Kürt meselesine dair kurduğu dilin, Kürtlerin toplum içindeki konumunu nasıl belirlediği görülebilir. Foucault’ya göre, iktidar yalnızca hukuki mekanizmalarla değil, “bilgi üretimi ve söylem kontrolü” yoluyla da toplumsal yapıyı şekillendirir. Eğer gerçekten birlikte yaşamak istiyorsak, medya dilini değiştirmeli, Kürtleri yalnızca güvenlik ve çatışma bağlamında değil; kültür, sanat, ekonomi ve siyaset alanındaki katkılarıyla da anlatmalıyız.
Bunun ötesinde, devlet yetkililerinin dili de değişmelidir. “Kürt sorunu yoktur” söylemi yerine, bu meselenin varlığını kabul eden, çözüm üretmeyi hedefleyen bir yaklaşım benimsenmelidir.
Türkiye’nin siyasi tarihinde en kritik dönüşümlerin, ona en fazla karşı çıkanların eliyle gerçekleştiği görülmektedir. Bu sürecin, Türk milliyetçiliğinin en şahin kanadı üzerinden, yani Devlet Bahçeli’nin eliyle yürütülüyor olması da dikkate değerdir.
Bir diğer ifadeyle, Devlet’in değişimi hem Devlet Bahçeli’ye hem de devletin kendisine işaret etmektedir. Türkiye’de devletin siyasi dönüşümlerini incelediğimizde, en sert karşıtların zamanla en büyük dönüşüm aktörlerine dönüştüğünü görürüz. Bu, siyaset biliminde “paradoksal değişim” veya “hegemonik adaptasyon” olarak adlandırılır.
Örneğin: CHP’nin başörtüsü sorununa dair yıllardır süren katı tutumunu değiştirerek, anayasal düzeyde bir çözümü desteklemesi, Türkiye’de toplumsal dönüşüm dinamiklerinin nasıl çalıştığını gösteren önemli bir örnektir. Cumhuriyetin ilk yıllarında otoriter bir yönetimi savunan İsmet İnönü’nün çok partili sisteme geçişi sağlaması, devletin dönüşümünün klasik örneklerinden biridir. 2000’lerde Türkiye’de Avrupa Birliği reformlarını destekleyen muhafazakâr kesimlerin, geçmişte bu sürece en sert şekilde karşı çıkan aktörler olması, paradoksal değişim sürecine iyi bir örnektir.
Bugün benzer bir dönüşüm sürecini, Türk milliyetçiliğinin en katı savunucularından biri olan Devlet Bahçeli’nin eliyle izliyoruz. Bu sürecin “Türkiye’nin bölünmesini engelleme” söylemi içinde yürütülmesi, milliyetçi kesimde direncin azalmasına katkı sağlayabilir.
Bu noktada, Kürtlerin temel hakları, “Türkiye’nin güçlenmesi ve bölünmemesi için atılan bir adım” olarak anlatılmalı ve toplum bu çerçevede ikna edilmelidir.
Sonuç olarak, Türkiye’de Kürt meselesinin çözümü, yalnızca Kürtlerin değil, bütün Türkiye’nin demokratikleşmesi açısından kritik bir adımdır. Daha fazla demokrasi, daha fazla özgürlük, daha güçlü bir hukuk devleti yalnızca Kürtlere değil, bütün yurttaşlara kazandırır.
Bu nedenle meseleye yalnızca bir etnik grubun hak arayışı olarak değil, ortak bir demokratikleşme mücadelesi olarak bakmalıyız. Kürtlerin temel haklarını tanımak, ülkeyi bölmez; aksine bir arada yaşamayı daha mümkün kılar.
Ancak bunun gerçekleşmesi için yalnızca devletin değil, toplumun da değişmesi gerekmektedir. Yeni bir siyaset inşa etmek, ezberleri terk etmek ve gerçek bir diyalog sürecini başlatmak zorundayız. Bunun mümkün olup olmadığı ise yalnızca devletin değil, toplumun da değişimine bağlıdır.