Bir çalıştayın akabinde

Ercan Çağlayan

Geçtiğimiz hafta başında Sakarya Üniversitesi’ndeydim. Ülkemizin farklı bölgelerinden gelen gazeteci meslektaşlarımla birlikte Sakarya Üniversitesi ev sahipliği, İngiltere menşeli, Medya, İnsan Hakları ve Barış İnşası Merkezi (CMHRP) işbirliği ile gerçekleştirilen “Hoşgörü Gazeteciliği: Medyada Yabancı düşmanlığından nasıl kaçınılır?” konulu çalıştaya katılım sağladım.

Özellikle, sığınmacıların Türkiye’den gönderilmesinin konuşulduğu bu günlerde böylesi bir çalıştayın gerçekleştirilmesi ve bu eğitim için gazetecilerin seçilmesi de pek mantıklıydı. Çünkü gazeteciler yaptıkları haberlerle topluma yön veren bir serdümen, bir toplum aşılayıcısı görevi görüyor.

İki gün süren çalıştaya, konuşmacı olarak, Medya, İnsan Hakları ve Barış İnşası Merkezi bünyesinde faaliyet yürüten akademisyenler katıldı. Hoşgörü gazeteciliği ve medyada zenofobiden nasıl kaçınılır başlığı altında ülkemizdeki sığınmacılara karşı duyarlı ve hoşgörülü olmamız gerektiğiyle ilgili anekdotlar paylaşıldı.

Yalnız unuttukları bir şey vardı. Çalıştayda, kökeninde hoşgörü ve Ensar olan bir toplumun gazetecileri duruyordu. O yüzden konuya direkt hoşgörü gazeteciliği ile başlanması çok acemiceydi. Tereciye tere satmak gibi geldi bana.Tabi kendilerine de hak vermek lazım, “Sizi, buraya ülkedeki Suriyelilerin gönderilmemesi adına olumlu haberler yapmanız için topladık,” diyemezdiler. Bunu demediler ama, bu konu hakkındaki düşüncelerimiz soruldu. Türkiye’nin dört bir yanından gelen gazetecilerin salt çoğunluğu, “Suriyelilerin elzem bir şekilde gönderilmesi gerekiyor” fikrini savunsa da, gelen akademisyenler Suriyelilerin Türkiye toplumuna herhangi bir zararı olmadığını, AB’nin aktarmış olduğu maddi kaynaklarla yaşamlarını idame ettirdiklerini söylediler. Hatta, bırakın bizim kaynaklarımızdan beslenmelerini, AB’nin finanse ettiği kaynaklarının bile henüz tükenmediğini dile getirdiler. AB’nin Türkiye’deki sığınmacılar için ayırdığı fon 6 milyar avro denildi. Gazeteci arkadaşlarımızdan biri, “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2019 yılında Birleşmiş Milletler Cenevre ofis’inde katıldığı 1. Küresel Mülteci Forumu’ndaki, “Sığınmacılar için harcadığımız para 40 milyar doları aşmış durumda” sözünü hatırlattı. Bunun söylenilmesi gayet doğal, bu bir politik strateji denilerek, soru geçiştirildi.

Soruyorum:

AB’nin sığınmacılar için 6 milyar avro’luk bir fon oluşturduğunu bilen ve akabinde Cumhurbaşkanının “40 milyar doları aştık” sözüne tanık olan bir vatandaşın düşüncelerinde oluşan zenofobi’de kim suçlu? Çalıştaya katılan gazeteciler olmadığı kesin!

Çay-Kahve molasında Akademisyenlerden birine, “Türkiye’de 950 bin Suriyeli işçi var, ve bunların yüzde 91’i kayıt dışı, yani hiçbir sosyal güvencesi olmadan çalıştırılıyor. Sürekli Avrupa’dan örnekler veriyorsunuz. Peki Avrupa’da kayıt dışı çalıştırılmak mümkün mü? Sorusunu yönelttim.

Her ne kadar ingilizce bilmesem de bozuk plak gibi No.No.No diye tekrarlayan Dr. İbrahim SeagaShaw’ın, “Avrupa’da böyle birşeye yeltenmek kimin haddine” dediğini jest ve mimiklerinden anlamamam mümkün görünmüyordu. Avrupa ile Türkiye’deki sığınmacıların karşılaştırılması yapılacaksa, hoşgörü katsayısı belirlenecekse, şartların aynı olması gerekmez mi ?

Ne gazetecilik mesleğini icra ederken ne de sosyal yaşamımda herhangi bir kişi yada gruba karşı zenofobik bir davranışta bulunmadım. Sürekli bir biçimde ötekilerin postası olmaya gayret ettim. Hoşgörü ve empati hücrelerim daha bi baskın oldu. Fakat ülkedeki sosyo kültürel ve ekonomik buhranda sığınmacıların rolünün büyük olduğunu düşünüyorum. Geçici koruma görevini ziyadesiyle yerine getirdiğimizi düşünüyor ve sığınmacıların ülkelerine gönderilmesini istiyorum.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.