Ali Haydar Üzülmez
29 Ekim 1923 günü cumhuriyetin ilanının 100. yılına girdik, bir asrı geride bırakmış olduk. Dilde kolay. Bir gün, bir ay, bir yıl değil, koca bir asır. Halen memleketimin ne dağlarına, ne şehirlerine demokrasi gelmedi. Ufukta geleceğini gösteren işaretler de yok. Neden?
Süre gelen olumsuzluklarla ilgili bir şey anlatılırken hep: “binanın temeli çürük atılmış” ya da “ceketin düğmesi baştan yanlış iliklenmiş” denir. Sanırım bu tespitler, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş şekline ve felsefesine denk düşüyor. İnceleyelim.
Devleti kuran partinin genel başkanı “cumhuriyeti demokrasi ile taçlandıracağız” diyor. Demek ki, bu memlekette 100 yılda demokrasi kurumsallaşmamış. Bu bir itiraftır. Sanırım aksini iddia eden çok az insan vardır. Neden demokratik standartlarda sivil bir anayasa yapıp evrensel hukuka dayalı bir demokrasi kurup kurumsallaştıramadık?
Bu konuda düşünce/tez çok. Hemen akla gelenleri sıralayayım:
“Kurtuluş savaşını ve devleti kuran kadro bir avuç asker olduğu için”,
“Efendim, ortada ulus yoktu. Önce Türk ulusu var edildi. Bu öyle kolay bir şey değil”,
“Koca bir imparatorluğun enkazı üzerine Türkiye Cumhuriyeti devletini kurduk, Cumhuriyeti ilan ettik. Öyle kolay mı hemen demokrasiyi kurmak?”,
“Kurucu kadro Mustafa Kemal’e ihanet etti, ona suikast hazırladı”, ya da tersi “Mustafa Kemal tek adam olmak için arkadaşlarını tasfiye etti, o nedenle diktatörlüğe gidildi, demokrasiye geçilemedi”,
“İslam toplumunda demokrasi kurmak o kadar kolay mı?”,
“İşçi sınıfı yok. Burjuva sınıfı, aydınlar yok. Biz kiminle, nasıl demokrasi kuracaktık”,
“Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nden, komünistlerden tehdit ve tehlike vardı. Nasıl demokrasiye tam geçecektik?”,
“Genç cumhuriyet, kuruluşundan itibaren Kürt isyanları ile uğraşıyor. Devletimiz iç ve dış güçler tarafından bölünmek isteniliyor. Bunlarla uğraşırken nasıl tam demokrasiye geçebilirdik?”
Bunların çoğunda doğruluk payı olsa da esas neden bilinçli bir şekilde çarpıtılıyor. İşin özüne değinilmiyor!
İşin özü şu: Batıda, her bir ulus kendi devletini kurdu. Bizde ise askerler; Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kurdu. Kurulan devlete ulus oluşturmaya çalıştılar. O çalışma halen devam ediyor. Oluşturulmak istenen ulus, Türk ulusudur. Türk-İslam ideolojisi çerçevesinde Müslüman olmayan halklar(Ermeni ve Rumlar) bildiğimiz değişik yöntemlerle yok edildi. Müslüman Kürt halkı da inkâr ve asimilasyona tabi tutuldu. Bu uygulama 100 yıldır sürüyor. Kürtler bu uygulamaya karşı çıktı. Direniyorlar, savaşıyorlar. Memleketimizde demokrasi olmamasının temel nedeni de budur. Bu gerçeğe, tarihsel süreç içinde kronolojik sıraya göre bakalım.
Kurtuluş savaşının önemli durakları ile aşama aşama gidelim:
Birinci önemli durak Erzurum Kongresidir. Kongrenin 1. maddesinin yorumu: “Erzurum Kongresi Beyannamesi’nin bu ilk maddesi oldukça önemli ve üzerinde durulması gereken bir konudur. Zira bu maddedeki kimlik tanımlaması ileride göreceğimiz gibi Sivas Kongre Beyannamesi’nin de ilk maddesine girecek ve ardından Misak-ı Milli haline gelecektir. Maddede, millet ‘Osmanlı camiası’ olarak kabul edilmiş, Osmanlı İslam unsuru olmak bir üst kimlik olarak tanımlanmıştır. ‘Üst kimlik’ tanımlamasında ‘Türklük’e ya da başka bir etnik aidiyete vurguda bulunulmamış, ‘Müslümanlık’ temelinde bir birliktelik tasavvuru ortaya konmuştur. Asıl önemli nokta ise tüm Müslüman unsurların birbirlerinin ırksal ve toplumsal koşullarına riayet edeceklerine ilişkin taahhüttür. Burada ekseriyetle Kürt ve Türk olarak tanımlayabileceğimiz alt etnik gruplar arasında herhangi bir hiyerarşi gözetilmemiş, bütün unsurlar eşit tutulmuştur. Dolayısıyla birinin diğerine hoşgörüsü değil, saygısı esas alınmıştır. (…) ‘(bu anlaşmayı A.H. Üzülmez)’, Kürtlerle Türklerin yanı sıra Osmanlı camiası içindeki tüm Müslüman unsurlar açısından bir toplumsal sözleşme saymak mümkündür.” (Sinan Hakan, Türkiye Kurulurken Kürtler (1916-1920), İletişim Yayınları, s.216)
İkinci önemli durak Sivas Kongresine bakalım: “Sivas Kongresi Beyannamesi, Mustafa Kemal Paşa’nın Kürtleri, Türklerle beraber Osmanlı camiasının ana unsurlarından biri olarak gördüğüne ilişkin beyanlarını tasdik etmektedir.” (Sinan Hakan, Türkiye Kurulurken Kürtler (1916-1920), İletişim Yayınları, s.261)
Üçüncü önemli durak Amasya Protokolleri kararlarına bakalım: “Beyanname’nin birinci maddesinde Osmanlı Devleti’nin tasavvur ve kabul edilen sınırı Türk ve Kürtlerle meskûn araziyi ihtiva eylediği ve Kürtlerin Osmanlı camiasından ayrılması imkânsızlığı izah edildikten sonra, bu sınırın en asgari bir talep olmak üzere elde edilmesinin temini lüzumu müştereken kabul edildi.(…) Yani Osmanlı yurdunun Kürt ve Türk coğrafyalarından meydana geleceğinin açıkça belirtilmiş olması dikkat çekicidir.” (Sinan Hakan, Türkiye Kurulurken Kürtler (1916-1920), İletişim Yayınları, s.282)
Dördüncü durakta, 23 Nisan 1923 Türkiye (Türk değil) Büyük Millet Meclisi açıldı.
Mustafa Kemal, 1 Mart 1922’de TBMM açılış konuşmasında “Türkiye (Türk değil) halkından bahsetmeye devam etti.
Bu arada Mustafa Kemal gazeteci Ahmet Emin Yalman’la 16/17 Ocak 1923’de İzmit’te O ünlü konuşmasını yaptı. Bakalım neler diyor: “Kürt meselesi; bizim, yani Türklerin menfaatine olarak da katiyen söz konusu olamaz. Çünkü malumu aliniz bizim milli sınırımız dâhilinde mevcut Kürt unsurlar o surette yerleşmiştir ki pek sınırlı yerlerde yoğunluğa sahiptir. Fakat yoğunluklarını kaybede kaybede ve Türk unsurlarının içine gire gire öyle bir sınır hâsıl olmuştur ki, Kürtlük namına bir sınır çizmek istersek Türklüğü ve Türkiye’yi mahvetmek lazımdır. Faraza, Erzurum’a kadar giden, Erzincan’a, Sivas’a kadar, Harput’a kadar giden bir sınır aramak lazımdır. Ve hatta Konya çöllerindeki Kürt aşiretlerini de nazarı dikkatten hariç tutmamak lazım gelir. Dolaysıyla başlı başına bir Kürtlük tasavvur etmekten ise, bizim Teşkilatı Esasiye Kanunu gereğince zaten bir tür mahalli muhtariyetler (özerklikler) teşekkül edecektir. O halde hangi livanın (sancak, vilayet) ahalisi Kürt ise onlar kendi kendilerini muhtar (özerk) olarak idare edeceklerdir.” (Mustafa Solak’ın, Atatürk Kürt sorunu hakkında ne düşünüyordu yazısından, 26/04/ 2018.Odatv.com)
Meclis, 21 Anayasası çerçevesinde çalışmalarını sürdürüp Kurtuluş Savaşı’nı yönetti, başarılı oldu. Lozan Anlaşması’yla Türkiye Cumhuriyeti Devleti varlığını uluslararası hukukla ilgili devletlere kabul ettirdi. Bu anlaşma, Türkler için başarı, Kürtler için hezimet, coğrafik ve etnik alanda bölünme, parçalanma getirdi. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edildi, 24 Anayasası yürürlüğe girdi. Bu anayasaya göre Türkiye Cumhuriyeti Devleti sınırları içinde yaşayan herkes Türk’tü. Artık Kürtlerin kendileri ve vatanları yoktu. “Ne mutlu Türküm diyene” denilip mutlu mutlu yaşanılacak, tüm vatandaşlar Türklükte buluşacaktı. Gönüllü veya zoraki asimilasyon olacaklardı, süreç başladı. Ancak, evdeki hesap çarşıdaki hesaba uymadı. Bu dayatmayı, zorbalığı, Kürtler kabul etmedi. 1925’de Şeyh Sait, 1927’de Ağrı İsyanı oldu. Binlerce Kürt öldürüldü, yüzlercesi idam edildi. 1937-38’de Dersim “Tertelesi”, yani kırımı yapıldı. Binlerce Kızılbaş Alevi Kürt katledilip liderleri Seyit Rıza ve oğlu idam edildi. Bu kırımda devletin tüm yöneticileri görev aldı. 1937 kırımında, Cumhurbaşkanı Atatürk, Başbakan İnönü, Genel Kurmay Başkanı Fevzi Çakmaktır; 1938 kırımında ise Cumhurbaşkanı Atatürk, Başbakan Celal Bayar, Genel Kurmay Başkanı Fevzi Çakmaktır. Malatya Emniyet Müdürü de İhsan Sabri Çağlayangil’dir.
Memleket, 1925’de ilan edilen Takrir-i Sükûn yasasıyla İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar idare edildi. Kürdistan’ın ismi “Şark” olarak ifade edilmeye başlandı. Halen yürürlükte olan Şark Islahat Fermanı yürürlüğe konuldu.
14 Temmuz 1958’de Irak Silahlı Kuvvetleri darbe yaptı. Bizdeki yöneticiler, bu gelişmeden korkarak 49 Kürt aydınını sorgusuz sualsiz tutukladı. Daha sonra peş peşe 1960, 1970, 1980 askeri darbeleri yapıldı. Sıkıyönetimler ilan edildi. Binlerce insan tutuklandı. İdamlar, işkenceler yapıldı. Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi, insanlık tarihinde lanetli yerini aldı.
Bir asırlık tarihimizin 3/4’ü sıkıyönetim ve olağanüstü hâl yasalarıyla geçti. Geriye kalan 1/4’ü de sivil dönemler olarak askeri yönetimleri aratmayacak baskı ve hukuksuzluklarla geçti. Bütün bunların nedeni, Kürtlerin oyuna getirilip haklarının gasp edilerek, kendilerinin ve ülkelerinin yok sayılması değil midir?
Bir devletin kurucu liderleri alınan kararları, verilen vaatleri yerine getirmeyip her dönem Türk kardeşleriyle birlikte olan “din kardeşi” dediği Kürtlere ihanet ederse ne olur? Bütün bunlar olmaz mı? Olduğunu da bir asırdır yaşayarak görüyoruz. Milyar dolarlarca maddi kayıp ve binlerce can kaybı verdik. Yeter değil mi artık!
Bugün de bu savaş en şiddetli şekilde daha da kangren olarak sürüyor. Türk halkı da Kürt halkı da bu savaştan bıktı, yoruldu.
Bu konuda dinlerinin gereğini yerine getirmeyen dindarlara, solculuklarının gereğini yerine getirmeyen solculara çok büyük sorumluluk ve görev düşüyor. İnançlarının ve düşüncelerinin gereğini yapmalılar.
Hep birlikte Kürt sorununu sivil-anayasal güvence altına alıp çözmeliyiz. Türklerin ve Kürtlerin hakkını, hukukunu tanıyan demokratik, sivil bir anayasa yapmalıyız.
Kürt sorunu çözülmeden bir asır daha geçse bu memlekete demokrasi gelmez.
Önce demokrasi sonra Kürt sorununun çözümü değil; önce Kürt sorununun çözümü sonra demokrasinin geleceğini artık yaşadıklarımızdan görmeliyiz.
Artık olgunlaşmadık mı? Bu kadar can ve mal kaybı yeterli değil mi?
Gelin binamızın temelini sağlam atalım, yanlış iliklenen ceketin düğmesini düzgün ilikleyelim! Hep birlikte Kürtlere sahip çıkalım!