Ölüm göklerden geldi..Soludukları hava zehirdi. Nefes alan ölüyordu. Kaçacak yer yoktu. Sadece insan değil bütün canlılar oldukları yere yığılıp, nefessiz kalıyordu. Sanki gök kubbe yarılmıştı, yaşam sonlanıyordu. Halk ne olduğunu, ölümün nereden nasıl geldiğini dahi anlayamıyordu.
Göğü yırtan uçak sesleri ve insanların can hıraş bağrışları; panik. ...Kasabanın köylerin üzerini kaplayan pis, kirli, zehir saçan hava, bir ölüm bulutuna dönüşerek göğü kaplıyor; Halepçe’nin üzerine çörekleniyordu. Adeta ölüm kapanına giren yaşlı, genç, kadın erkek, çocuk; hiç bir canlının buradan kaçışı yok, kurtuluş umudu hiç yoktu. Dere tepe, dağ taş, sokaklar, tarlalar cesetlerle doldu.
Düşünebiliyor musunuz? Kendinizi bir an için orada hissedin. Aldığınız son nefes. İkincisi yok. Çünkü alacağınız ikincisi ölüm demek. Nasıl bir açmaz ve çaresizlik. Ciğerlerinizdeki nefesi dışarı verdiğinizde tekrar ciğerlerinize teneffüs edeceğiniz havada yaşamınızı devam ettirecek oksijen yok. Yani ölümü teneffüs edeceksiniz. Yaşamınız dakikalarla değil sadece bir anla, bir nefesle sınırlı. Böylesi bir facia, başınıza gelse ne düşünürdünüz? Ölümden kaçış yok ama ölmek de istemiyorsun. Her canlı gibi yaşamda ayak diretme en doğalı. Ancak; söz konusu seninle birlikte ölecek olan torunların, çocukların sevdiklerin ve de sevgilin varsa ölüm insana nasıl gelir. Bir kez daha düşünebiliyor musunuz? O durumda olanlar gözlerinin önüne gelebiliyor mu? Kendini o an için, ora’da hissedebiliyor musun? İnsanoğluna reva görülen nasıl bir kıyamdır bu.
Tarihin en trajik hikâyesine konu olan, ölümün kol gezdiği bu yerlerin adı HALEPÇE idi. Adını daha önceden buralarda yaşayanların dışında pek bilen olmazdı. Haritalarda ararsan belki zor bulunabilirdi.
Şimdi; bilmeyen kalmadı. Adı kara talihiyle, ölümle anılır oldu. Bu barbarlıktan geriye, küllerinden doğan yeni HALEPÇE’ler kaldı.