Ergani’de yaşlı bir annem var. Zorunlu olmadıkça hiçbir çocuğunun evinde kalmıyor. Kendi evinde olmak ona huzur veriyor, kapım kapanmasın diyor. Böyle olunca da çocuklarından müsait olan gidip yanında kalıyor. Bu nedenle, Eylül-Ekim aylarında bir aya yakın yanında kaldım. Bu arada, 28 Eylül-6 Ekim 2019 tarihleri arasında düzenlenen Diyarbakır 7. Kitap Fuarı’nda İsmail Beşikci Yayınları standında imza günü etkinliğine katıldım.
Annemin yanındayken komşularından birinin ineğinin hasta olduğunu öğrendim. Anneme ineğin hastalığını sorduğumda; “İnek şen ve cinsel teninden sıvı gelince boğaya gelme (çiftleşme) dönemine girdiği düşünülerek veteriner çağırıyorlar. Veteriner yeni mezun, acemi biri olduğu için hayvanın hamile olduğunu anlamıyor ve hamile ineğe iğne vuruyor. İğne vurulduğundan bir hafta sonra hayvan karnında taşıdığı bir karış boyunda olan yavrusunu düşürüyor” açıklamasında bulundu.
Bu açıklama beni tatmin etmediği için yeniden sordum; “Anne, hamile ineğe ne iğnesi vurmuşlar?” diye. Annem; “Oğlum, inekler artık dışarı çıkartılmıyor, güneş yüzü görmüyor, boğa yüzü görmüyor. Boğayla öyle bildiğin çiftleşmeler artık hiç olmuyor. Rahme tüp yerleştiriyorlar. Hamile olan ineğe tüp yerleştirilince inek hastalanıp yavrusunu düşürüyor” diye deneyimli bir hayvan yetiştiricisi olarak açıklamasını sonlandırdı.
Bu “boğa yüzü görmeme” ve “rahime tüp yerleştirme” olay benim hem ilgimi çekti hem de biraz düşündürdü. Bir tanıdıktan konuya ilişkin bilgiler edindim. Bu bilgilere göre sperm (tohum) vajinadan enjeksiyonla ineğin rahmine püskürtülüyor. İnek sahipleri önceden ineklerin cinsine göre: Örneğin; süt için Montofon-Esmer, et için Holstein-Siyah Alaca, hem et hem süt için ise Simental-Sarı Alaca gibi özellik ve cinslerine göre, ineklerin fotoğraflarına bakarak sperm (tohum) siparişi veriyorlar. Bu duyduklarımı bilimkurgunun gerçek yaşamda hayat bulması, bariz bir şekilde pratikte varlığını sürdürüyor oluşu olarak düşündüm. Demek ki, bilimkurgu sadece bilimkurgu değilmiş, yaşamı yeniden kurgulamakmış.
Bugün hayvanlara uygulanan bu yöntem, yarın insanlarda bir yaşam biçimi olmayacağını kim söyleyebilir? “Yapay döllenme”, “tüp bebek”, “kiralık anne” gibi kavram ve uygulamalar günlük yaşantımıza girmiş bulunmaktadır zaten. Gelecekte kadınla erkek cinsel temasta bulunmadan sperm bankalarından aradıkları özelliklere sahip alacakları spermlerle kadınlar kendilerini dölleyecekler gibi. Erkeklerin ise nasıl çocuk sahibi olacakları şimdilik belirsiz. Ama belki de daha genel bir uygulamayla ten saç göz rengi, boy kilo özellikleri, erkek mi kız mı şeklinde cinsiyeti, atletik bir bedene mi yoksa derya küpü bir akla mı sahip olma gibi özelikler bir liste halinde belirlenerek bir eşya ya da ürün seçer gibi kataloglara bakarak insanlar Kuluçka İmalathaneleri’nden siparişle çocuk temin edecekler. Böylesi bir durumun gerçekleşmesi durumunda, cinsel birleşme ve sevginin ne olduğunu yaşamadıkları için cinsel birleşmenin çiçeklenip meyveye dönüşümü olan çocuklar bir nesne gibi sahiplenilecek. Anne ve babalar, çocukları kendi neslini devam ettiren canlarının bir parçası olarak değil, değerli bir varlık ya da nesne olarak göreceklerdir.
Ergani’deyken -tesadüf bu ya- annemin bana ineklerin “boğalarla öyle bildiğin çiftleşmeler de artık hiç olmuyor” dediği günlerde elimde Kanadalı yazar Margaret Atwood’un ütopya ve ütopya karşıtlığını birleştirerek üstopya adını verdiği tarzda 1985 yılında yazdığı Damızlık Kızın Öyküsü adlı romanını okuyordum. Romanda sevgi ve aşk olmaksızın devletin yüce çıkarları gereği doğurgan kadınlar anlatılıyor. Adını İncil’den alan Gilead adında bir ülkede totaliter hiyerarşik bir yönetimin işbaşında olduğu, “zehirli bir çevre nedeniyle” doğurganlığın azaldığı ve nüfusta çok fazla bir azalmanın meydana gelişinden dolayı “hayatta kalabilecek çocuk doğurabilme kapasitesine” sahip olan kadınlar milli bir servet, kaynak olarak görülüyor. Doğurma özelliğe sahip kızlar/kadınlar ailelerinden koparılıp sıkı bir eğitimin ardından ıslah edilerek “ortak bir amaç uğruna” yönetimden sorumlu yüksek rütbeli Komutanların emrine “damızlık” olarak sunuluyor. Bu “yürüyen rahimler”, “üretken kadınlar” yalnızca üreme amaçlı kullanılıyor. Dış görünüme önem verilmiyor, fındık misali dış kabuğun hiçbir önemi yoktur, lazım olan içtir, çocuk doğurma organı rahimleridir. İstenen şey “karınları burnunda”, “yüklü” olmalarıdır. Cinsel ilişki “görev gereği”dir. İtaat etmeyenler, itiraz edenler, disiplinsiz davrananlar, isyan edenler “siyah minibüsler”le alınıp götürülür, onlardan bir daha haber alınmaz. Aşk, sevgi, tutku, arzu gibi kelimeler dillerinden ve yaşantılarından çıkarılmıştır. “Her kadından yeteneğine göre, her erkeğe ihtiyacına göre” temel slogandır.
Yazar bu romanında kadınları işlev ve giysilerine göre çeşitli kategorilere ayırmaktadır: Mavi giysili Komutan Eşleri, kırmızı giysili Damızlık Kızlar, donuk yeşil giysili kısır ya da yaşı geçmiş hizmet gören Marthalar, çizgili giysili hiyerarşinin en altında kalan fakir erkeklerin karıları Ekonokadınlar ve siyah giysili Dul kadınlar. Bunların dışında kalanlar Gayri-kadın olarak kolonilere ağır işlerde çalışmaya gönderiliyor ya da gemilere bindirilip okyanusun derin sularında balıklara yem oluyorlar. Erkeklerin durumu da kadınlardan çok farklı değil, doğurma özellikleri olmadıkları için ancak Komutan ve Komutan Eşlerine çocuk doğurtmanın dışında kalan işlerde hizmet sunmaktadırlar. Muhafızların bir kısmı polislik görevini yaparken bir kısmı da Komutanların hizmetinde çalışır, gençler genellikle Melek adıyla asker olarak cepheye ölüme gönderilir. Muhafızların ve Meleklerin kadınlarla birlikte olmaları yasaktır. Komutanlığa terfileri olunca ya da izin aldıklarında ancak bu hayalleri gerçekleşir. Kadınlarla birlikte olmak ve çocuk doğurtmak Komutanlara mahsus bir olaydır.
Margaret Atwood’un romanında çocukların dünyaya gelişinde doğurgan kadınlar rol oynar. Aldous Huxley’in 1932 yılında yazdığı ütopya karşıtı, yani distopik kurgu romanı Cesur Yeni Dünya’da ise çocuklar bir kadın tarafından değil, Kuluçka ve Şartlandırma Merkezi’nde dünyaya merhaba der. Çocukların özelliklerini de otoritenin temsilcileri belirler. Romanda, Londra Merkez Kuluçka ve Şartlandırma Merkezi’nde üretilen ve toplumsal istikrarın temel güvencesi olan şartlandırmayı uykuda eğitimle sağlayan, herkesin mutlu; herkesin çalışır ve herkesin eğlenir ve de “Herkes Herkes İçindir” olduğu güzel bir “Yeni Dünya” anlatılır. Kuluçkada fabrikasyon şeklinde seri üretilen insanlar görevlendirilecekleri işlere göre üretilir. İnsanlar: Çok akıllı, üstün insanlar, yöneticiler Alfa; Orta düzeyde akıl ve yönetim özelliği olanlar, ara kademede elemanları Beta; Akla çok az gereksinimi olanlar, işçiler Gama; akla azıcık gereksinimi olanlar, tarım işçileri Delta ve zekâdan yoksun olanlar, riskli ağır işlerde çalışanlar Epsilonlar şeklinde beş farklı kategoride sınıflandırılır. “Cemaat, Özdeşlik, İstikrar” temel sloganıdır.
Bu romanların bizlere bir şeyler anlattığına inanmaktayım. Derim ki, bu işin nereye varacağını bir düşünelim. Kadın erkek bedenini, erkek kadın bedenini tanımadan sipariş üzerine çocuk sahibi olacak. Erkek kadın bedeninin narin yumuşak tenine dokunmayacak, koklamayacak, okşamayacak, sevişmeyecek ve aşka, sevgiye dair sözcükleri telaffuz etmeyecek. Kadın erkeğin kollarında olmayacak, bedenine sarılmayacak, koklayıp okşamayacak, sevişmeyecek ve romantik ya da erotik sözcükleri arzuyla fısıldamayacak. Her iki cins cinsel hazın doyumuna varamayacak. Böylesi bir dünya arzu ettiğimiz dünya olamaz! Teknoloji, üzerinde her hangi bir kontrol olmayan dışsal bir kuvvetmişçesine sürekli gelişmektedir; dünyayı ve onunla ilişkilerimizi yeniden tanımlamaya zorluyor bizleri. Bu gelişmeleri ya doğal karşılayıp ayak uyduracağız ya da tepki gösterip beddua edeceğiz. Beddualarımızın bir işe yarayacağını pek düşünmüyorum, cin şişeden çıkmıştır geri dönüşü yok. “Zihnin yarattığı kelepçeler”den de kurtulmak lazım, tamam, ama ben yine de Gabriel Garcia Marquez’le aynı düşüncedeyim: “İnsan aşktan vazgeçerse yaşlanır.”