İnsan benliği zihinsel, duygusal ve manevi bir yapıya sahiptir. Devlet dâhil tüm örgütler (şirketler, vakıflar, sendikalar, dernekler, siyasi oluşumlar) insanları örgütledikleri için onların da insanlar gibi (bazen akıl tutulması yaşasalar da) zihinsel, duygusal ve manevi yanları vardır. Bir örgütün zihinsel yanı, onu genel düşünme süreçlerinden, uyguladığı somut kurallardan, öncelikleri belirleme ve amaçlara ulaşmada kullandığı akıl yürütmeden oluşur.
Batı kültürü, daha çok da Descartesci Sistem her zaman nesneleri küçük kutular içinde birbirinden ayırma eğiliminde olmuştur. Bu, eski Yunan’daki atomculuğa kadar gider. Ama aynı zamanda buna eşlik eden, eşit ölçüde bir başka Batılı eğilim daha vardır; bu da aklı ya da ruhu bedenden ya da manevi alanı fiziksel olandan ayırma eğilimidir. Gerek eski Yunan, gerekse Hıristiyan Kilisesi böylesi bir ikiliği öğrete gelmiştir. On yedinci yüzyılda René Descartes’in; “Bir aklım olduğunu biliyorum ve bir bedenim olduğunu biliyorum. Ve her ikisinin tamamen birbirlerinden ayrı olduğunu biliyorum. Ben kendi aklımım. Benim bir bedenim var” sözleri bu yaklaşıma modern bir katkı sağlamanın yanında, çok iyi bir örnektir aynı zamanda. Isaac Newton, bu ayrımı yeni fiziğin temeli olarak almış ve zihinsel ya da psikolojik her şeyi evrene ilişkin yeni fiziksel yasaların dışında tutmuştur. Newton’un fiziğinin yol açtığı ve bugün çoğumuzun düşüncesine hâlâ egemen olan “mekanikçi kültür”, Newtoncu makine kategorilerini insanlara ve insan örgütlerine uygulamayı kabul ettirmiştir.
Sigmund Freud, ruha hükmeden “yasa ve dinamikleri” araştırmış ve insan davranışının bütünüyle böylesi yasalar ve bunların erken yaşlardaki etkileşimleri tarafından belirlendiğini ifade etmiştir. Adam Smith, piyasa ekonomisine yol gösteren “yasa ve ilkeleri” araştırmış ve bunlara dayanarak pazardaki davranışları öngörebileceğimizi ve kontrol edebileceğimizi öne sürmüştür. Karl Marx, kapitalizmin ekonomi politiğinin analizini yaparak “Kapital” ve “Artı değer” oluşumu üzerine tezler geliştirip “sosyalizme geçişin” kaçınılmaz olduğunu varsaymıştır. Mühendis Frederick Taylor, yönetim teorisinde, her örgütün temelde yatan “yasa ve ilkelerle” sınırlı olduğunda ısrar etmiş ve örgütlerdeki insanların bu yasalara göre davrandığını savunmuştur. Kısaca, bilgisayar kültürümüzün dilinde söylersek her şey programlanmıştır.
Yasa, öngörü, varsayım, kontrol, program... Bu kavramlar Newtoncu fiziğin ve “mekanik kültürün” sözlüğünü oluşturan kavramlardır. Ve yine bu kavramlar aynı zamanda Newtoncu yönetim düşüncesinin kilit sözcükleridir. Esaslarını bu kavramların oluşturduğu düşünce ve yönetim anlayışı çok farklı bir şekilde her şeyi yeniden şekillendirip hızlandırdı ve bunun bir sonucu olarak modern gelişme alabildiğine hızlı bir gelişme gösterdi. Kazananı ve hasadı toplayanı da kapitalistler oldu: Bütün dünya sahiplenildi. Toplumlara büyük devletler, büyük ordular, büyük kentler, büyük meydanlar, büyük binalar, büyük fabrikalar, büyük makinalar, büyük örgütler ve türlü türlü akıl almaz baskılar dayatıldı. İnsan yaşamı pazarlık konusu yapılıp kişiliksizleştirilmek istendi. Franz Kafka, bu nedenle devasa büyüklükler ve baskılar karşısında şaşkına dönen ve de ayakaltında ezilecek kadar küçülen roman kahramanını kabuklu bir böceğe dönüştürdü. Çünkü 1900 ilâ 1914 yılları arasında “bu yeni pazarlığı tüm dehşetiyle kavrayan yalınızca Kafka oldu: Bu öyle bir pazarlıktı ki insan, geçimini sağlamaya karşılık varlığının kale alınması hakkından vazgeçiyordu. O zamana kadar insanlığın yarattığı hiçbir tanrı, böylesi bir cezayı verme gücüne sahip olmamıştı.”(s 75) “Kafka’nın bir yazar olarak o denli önemli ve korkutucu olmasının nedeni nevrozlu olması değil, yüz elli yıl sonra onun da peygambervari bir tanığa dönüşmesidir.”(John Berger, Picasso’nun Başarısı ve Başarısızlığı, Metis, s.136)
Bu yönetim anlayışı sonunda geldiği nokta itibariyle artık günün dünyasını açıklama ve örgütlerinin ihtiyaçlarını karşılamada yetersiz kalmaya, zorlanmaya başlayınca gelişmelerin de zorlamasıyla Newtoncu düşüncenin yerini bu defa Kuantumcu düşünce aldı. Newtoncu düşünce seri düşünmenin, mantıksal, akılcı, kurala bağlı düşünmenin bir patlamasıydı. Kuantumcu düşünce ise daha yüksek bir sıçrayış anlamına gelir.
Kuantum sıçrayış terimi günlük dilimize Kuantum fiziği terminolojisinden girmiştir. Bu sadece büyük bir sıçrama değil, aynı zamanda bir tür gerçeklikten bir başka tür gerçekliğe (sanal bir âleme) sıçramadır ve bu her alanda, anladığımız ve yönetebildiğimiz bir dünyadan ilk bakışta hiçbir şeyin bir anlam taşımadığı bir dünyaya sıçrama anlamına gelir. Bu, temel stratejilerin yeniden düşünülmesini, çok değer biçilen ve çok önem verilen varsayımların değiştirilmesini gerektiren sıçramadır. Bu, bilinmeyene doğru bir sıçrayıştır ve en önemlisi bir paradigma değişimidir. Tabi paradigmalar değişince doğal olarak kazananlar değişir. Bu değişimin kazananı da neoliberaller ve “turbo kapitalistler” oldu.
Bilim, ilahi bir yaratıcıdan daha gerçekçi ve ikna edici bir açıklama sunarak sürekli ilerledi. Yirminci yüzyılın yeni bilimi de acılar ve yanılgılar pahasına da olsa büyük bir sıçrayış gerçekleştirdi. Ama ne olduysa, küçücük bir virüs, COVIT-19 beklenmedik, bilimkurgudan çok daha tuhaf ve ürkütücü bir şekilde her şeyi altüst etti. Küresel bir çağda, dünya çapında ülkeler bir bir sınırlarını kapadı. İnsanlar evlerine hapsoldu. Her yerde korku, endişe, çaresizlik hâkim oldu. Ölüm ve hasta sayıları her geçen gün artar oldu. Bir tek cümleyle şunu çok net söyleyebiliriz: Son 300 yılda bilimin üstel artışı sonucu oluşturulup büyütülen Sistem birden kilitlendi; insana ve doğaya yatırım yapılmayınca sanki cezalandırıldı. Şimdi çıkış yolu aranıyor. Almanya Kalkınma Bakanı Gerd Müller, yaptığı bir açıklamada, korona virüsü krizini “İnsanlığa, doğa ve çevre ile daha farklı bir ilişki içine girmesi için bir alarm sinyali” olduğunu ve “turbo kapitalizmin sona ermesi gerektiğini” söyledi. (Haber ajansları, 3.05.2020) TÜSİAD Başkanı Simone Kaslowski ise, koronavirüsün “hızlı küreselleşme” döneminden kalan bazı dengesiz durumları düzeltmek için bir fırsat olacağını öne sürdü.(Bloomberg HT, 07.05.2020)
***
Bazı bilim insanlarının söylediğine göre Kuantum dalgalanmaları (Alman fizikçi Werner Heisenberg’in bir kuramı olan) Belirsizlik İlkesinin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Eğer böyleyse, o zaman bu kuramın gereği olarak Kuantum paradigmasında doğa karmaşık, kaotik ve kesintisiz olmak zorunda. Geleceğimiz ise muğlak, öngörülmez ve sürprizlerle dolu olacak.