30 kişilik gürültülü, kulak tırmalayan sınıfa güleç yüzünle ve o harikulade diksiyonla giriş yapıyorsun. O anda yazgıları ve heybeleri çöllerle çevrili olan bir topluluğa bilginin füsunuyla sunturlu bir vaha sunuyorsun...
Bense anasını kahrolası o illetten yitirmiş kendini ifade etmekte hayli zorlanan acılı ve bir o kadar ağrılı bir çocuktum... Sayrıydım yani sayrılığımı sağaltacak bir şeyler arıyordum...
Önümde masama koyduğum not defterine beyitimsi tekerlemeler yazıyorum o zamanlar bunun adına iyi niyetli kötü dizeler dediklerini de bilmiyorum. Birden o kalabalık sınıfta beni fark ediyorsun ve delikanlı ne yazıyorsun? Diye soruyorsun... Arkadaşlarım kahkahalar eşliğinde “Şeyhmus şiir yazıyor Hocam kendini şairlik rüyasına kaptırmış!” Şeklinde benden önce cevap veriyor sana. Öğretmen masasından kalkıyorsun, yanıma geliyorsun, babacanlık vakuruyla elini omzuma atıyorsun ve o çekingen çocuğun yazdıklarına göz gezdiriyorsun. Ardından tahtaya Türkçe edebiyatın ve bu toprakların güzide şairlerinin adını yazıyorsun, bunların yazdıklarını oku, ayrıca hemşehrimiz Yılmaz Odabaşı’nın Feride’sini muhakkak oku ondan sonra konuşuruz diyorsun...
O anda ürkek ve utangaç bir çocuğun kalbine edebiyatı, şiiri ve sanatı ekiyorsun... Ve sonra nitelikli kalemleri doğurmakta mahir kentimize yeni bir edebiyat öğretmenini, şiir ve yazı emekçisini katıyorsun...
Mesleki anlamda da bize çok önemli nüanslar yüklüyorsun. Kamerayı, kurguyu, fotoşopu, senaryoyu, radyoyu, sunuculuğu bize olabilecek en iyi şekilde öğretiyorsun...
Yalnızca lisede değil aynı zamanda üniversiteyi kazanmamızda ve sonrasında da rehberimiz olmaya, karanlıklarımızı aydınlatan meşalemiz olmaya devam ediyorsun.
Ve bu sayede: O bilge ve kadirşinas yönünle binlerce yoksul, naçar ve bedbaht öğrencileri nice akademisyenin bile yetiştiremediği yerlere, çok önemli mevkilere ve başarılara taşıyorsun...
Şiiri yaşamının merkezine alıyorsun, şiirce konuşuyor, şiirce üzülüyor, şiirce gülüyor ve şiirce yaşıyorsun.
Bizim camianın (edebiyat -sanat) vefasızlığına da vurgu yapıyorsun. Gösteriş yapma, etkileşim kasma, prim yapma derdinde olmuyorsun. Tevazuuyla nitelikli metinler üretiyor herhangi bir vitrinde olma derdinde ve gayesinde olmuyorsun...
Ahde vefa dolu bir hayat sürüyorsun başta gazetemiz Tigris Haber olmak üzere kentin en iyi gazetelerinde yazıyor, kentin en renkli kanalından Her Telden adında sanatın büyüsünü ve gücünü bize yansıtan kaliteli programlar yapıyorsun. Bu sayede çok sevdiğin kentimizin sosyokültürel yanını bizlere yansıtıyorsun...
O kutsi ve şirin ana dilimizi de en az Türkçe kadar muazzam konuşuyorsun. Daha sonra alanında ilk olma özelliği taşıyan Kürtçe senaryo yazım kitabı olan
“Jıbo Filmeke Senaryo” yazıyorsun. Ardından en yakın çevrene bile bahsetmediğin evi yıkılası kökü kuruyası o illete yakalanıyorsun...
Buna rağmen umudunu, dirayetini, metanetini yitirmiyorsun. Sorduğumuzda merak etmeyin iyi olacağım ve kaldığım yerden devam edeceğim diyorsun. Bu amansız illete rağmen üretkenliğini sürdürüyorsun. İlk Kürtçe şiir kitabını “Qesra Nıfıran” yayımlıyorsun. İmza gününü dört gözle beklerken,
“Gideni Susarak Gönder” adında Türkçe şiir kitabını Türkiye’nin en iyi yayınevinden biri olan Everest’te yayımlamaya ramak kala yoğun bakıma alınıyorsun...
Bir sohbetimizde bana, “hatırlıyor musun Şeyhmus, lisedeyken sana bu okulda 85 tane öğretmen var bunların hepsi ölecek ama ben kalacağım demiştim. Çünkü kitaplarım ve yazdıklarım beni daima yaşatacak ölümsüz kılacak .” Ağlamaklı bir üslupla, salt yazdıklarınızla değil yazacaklarımızla da ölümsüzlüğünüz pekişecek demiştim...
Bir soğuk şubat sabahı Ülkü Tamer’in
“Bir soğuk yel eser üşür ölüm bile” dizesi gerçekleşti ölüm de biz de şiir de üşüdü... Çokça üşüdü hem de...
Sarsıldım, bir şair yitirdiği şairin ardından şiir yazar genelde. Elim şiire varmadı, bedenim bir çığın altında kalmışçasına hareketsiz kaldı. Yüreğim annemden sonra bir kez daha durdu sanki. Göz yaşlarımı tutamadım annem için ağlamama izin vermemişti babam onun acısını da çıkardım bir daha, bir daha ağladım. Hıçkırıklara devam ederken dilime Yılmaz Odabaşı’nın Dağınık Gazel’i ilişti:
“Ağla sömürgem, ben de ağlarım.
Gözyaşlarım özlemine az kalır, buralarda nem var nem varsa sende kalır...”
Acıyla yutkunarak, o çok sevdiğim Dicle’ye Akan Şiir’ini okudum. Ardından Qesra Nıfıran’dan bir bölümü...
Doyduğu kente değil büyüdüğü kente annesinin yanına gömülmeyi istedi. Bu kente sevdası bakiydi ama anne özlemi daha ağırdı tabi...
Bir gurup arkadaşlarımızla ahde vefamızı sunmak adına Ceylanpınar’a taziyeye ve mezarına gittik... Çiçeklerimizi, dualarımızı, selamları, hürmetlerimizi ve ahde vefamızı sunduk. Resminin olduğu Cebimdeki Çakıl Taşları kitabına ait bir ayracı mezar taşına iliştirdim. Ardından ağlamaklı bir ses tonuyla hem Kürtçe hem Türkçe şiirlerini okudum...
Gideni Susarak Gönder kitabı artık bize yani öğrencilerine, dost ve okurlarına emanet. Emanetimizi layıkıyla yerine getirme sırası bizde. O giderken bile susmadı biz de susmayacağız; yazdıklarımızla, yazacaklarımızla anma ve etkinlik programlarıyla Rahim Hocamızı unutmayacağız ve hiçbir zaman unutturmayacağız...
Şimdilik noktalarken:
Adına ölüm denilen karabasan işgal etti sabahımızı. Şiirin şah damarını kesti sonra, öksüz kaldı yarınlar. Acıyla yutkundu evren, kalakaldı ağlamaklı çocuklar...