Güneydoğu Torosların eteğinde güneş bir deveboynu kadar yükselmiş, yandan yandan ovayı ısıtmakta. Su damlayan kaya diplerinde saklanmış endişeli tilkiler uzaktan ağır ilerleyen aracı usulca seyrederler. Etrafında dolanan, uzağı görmeyecek kadar gözleri açılmamış tilki yavruları endişeyle annelerine bakıp dururlar. Babalarını bırakmayan Zangoç çocukları gibi kuyruklarını sallayıp tehlike çanlarına ortak olurlar. Kaya dibinde bir nefeslik alanda baharın gelişini kısık gözlerle bekler, tutundukları kayaya sıkıca sarılırlar. Tüylerine vuran yumurta sarısı utangaç güneş ışınları onları yeterince ısıtmamakta. Tüyleri mızrak gibi dikleşmiş birbirlerine sokulup ısınmaya çalışırlar.
Araç onların görüş mesafesinden çoktan çıkmış ağır ağır ilerlemekte. Lapa lapa yağan karlı havada belasını bulmuş çamurlu bir yolda, nazlı nazlı ağır çekime alınmış 72 model limon renginde metal şoförün ısrarıyla ilerlemekte. Yaşına başına rağmen “ben hurda değilim” demekte. Yer yer paslanmış, cıvataları gevşemiş, koltuk destekleri kırılmış olsa da taşra yollarına meydan okumakta. 1997 Şubat ayında… Şubat ayı ısrarla mart ayından gün istemekte. Mart ayı şubat ayına dönüp: “Sen çocuk öldürensin” deyip ona kapıyı kapatmakta. Arabanın içinde tamı tamına on beş kadın ve bir erkek şoför, buz gibi havada yolculuk etmekte. Şoförün saman sarısı bıyıkları buğday başağının kılçıkları gibi dikleşmiş, elinde kaçak sigara gözlerini dikmiş karlı yola. Kadınların hepsi özel seçilmiş öyle ki en genç olanı kırk yaşında. Hepsinin başında kar beyazı oymalı tülbentler var. Tülbentlerin etrafında işlenmiş, rengârenk, incir çekirdeği büyüklüğünde dizili oyalı boncuklar. . . Binlerce yıllık ata kültüründen kalma yöresel elbiseleri göz kamaştırmakta. Havanın soğuğu taşı çatlatacak kadar sert. Arabanın demir bagajına yapışmış buzlar sivri ok gibi sarkmış. Ayakkabıları naylon, çoraplarının astarı sökülmüş üşür durur beyaz tülbentli kadınlar. Soluk alıp vermelerden görünmez olmuş buhara yenik düşmüş camlar, soluk yüzlü hüzünlü kadınlar durmadan ağlarlar. Öyle ki şoförün kaza yapmasına sebebiyet verecek, çığları hareket ettirecek kadar yüksek sesli bu ağıtlar. Kar altında kefenini giymiş gibi ağlar durur küflü kayalar. Kaygan zeminde lastikleri saran kış zincirlerinin melodisiyle dağ yamacını boydan boya yardılar. Yol kenarında temiz hava almak için dışarıya çıkartılmış kirli pasaklı koyunlar soğuk havada sarı sarı işeyip dururlar. Ellerinde oymalı peynir, üzüm helvası ile dolaşan soğuktan yanakları kıpkırmızı olmuş esmer yüzlü Kürt çocuklar. Duvarların dibinde ekmek pişiren mutsuz tutsak kadınlar. Tandırların içine atılmış, yanmakta direnen ayçiçeği sapları kadınların gözlerini yaşarmakta. Ev geçindiren, tütün kokan endişeli yaşlılar sırtını dayamışlar duvara. Sanki gelen gidenin selamına muhtaç bırakılmışlar.
Yol kenarında yeni yetme, üst başları perişan avcılar durmakta. Ellerinde küçücük ölü serçeler. Yazın buğday başaklarına zarar veren işte o neşeli, geveze serçeler. Yanından ayırmadıkları seveni az avcı dostları kara tazılar kar üstünde kuş gibi hafifler. Tazıların sırtında koyun yününden yapılmış incecik semer bir sağa bir sola kıvrılmakta. Ellerinde mavzere benzeyen tekli tüfek, gelip geçen arabaya artistlik yapan selam vermeye değmez kara cahil avcılar. Her biri teker teker yolun gerisinde kalırlar. Tamı tamına on beş kadın genç bir ölüye ağlarlar. Şoför kaygılı. Transitin silecekleri delirmiş gibi lapa lapa yağan kara meydan okumakta, “sizi yarı yolda bırakmam” demekte. Hedefleri on kilometre uzaklıktaki kasaba. Çok geçmeden hamak gibi sallanan arabayla bacalarda tezek kokusu yayılan kasabaya varırlar.
Kasabanın girişine ramak kala canından malından endişelenen şoför, tütün kokan sararmış parmaklarıyla kontağı kapattır. Korkusu iyice artmakta, yüzü renkten renge girmekte. Kadınların beyaz tülbenti ya da aksakallılar ricası olmasaydı asla girmezdi bu yolculuğa. Kasabanın girişinde onları karşılayan uyuz köpekler, derileri taze taklitçi yavrular kadınlara aman vermemekte. En vurdumduymaz adamı bile rahatsız edecek sinir bozacak kadar havlarlar.Havlamalar kulakları sağır edecek kadar yankılı ve tiz. Tamı tamına on beş kadın açılan gıcırtılı, yağsız kapıdan tek tek indiler. Renkli naylon ayakkabıları karın içinde kaybolur. El ele birbirine cesaret vererek birbirini tembih ederek kenetlene kenetlene kasabaya giriş yaptılar. Bozkır ikliminde bakımsız keklik yuvalarına benzer bu kasaba evleri. Çamur saman karışımı ile aceleye getirilmiş tek katlı saçaksız, sanatsız bir düzine toprak ev. Damların karnında açılmış koca bacalar bir fabrika kadar içindeki pis dumanı atar. Tamı tamına on beş kadın. Kalplerinde derin korku, gözlerinde yaş, dillerinde bitmeyen Kürtçe ağıtlar. Kasabanın gönüllü postacıları haber saldılar her bir yere. Kasaba da başladı bir telaş bir koşuşturmaca. Cahil gençler, korkutulmuş kadınlar, asık yüzlü çocuklar, mikroplu sokaklar… Kırık camlardan gelip geçeni takip eden feodal beyler, cinayette yardımcı olan dişleri sararmış kindar herifler. Herkes haberdar edilir, töreler tek tek hatırlatılır özellikle bıyıkları yeni terleyen cahil genç erkeklere. Tabağın dibinde kalmış ucuz toz tütünü saranlar uzun metrajlı film izler gibi ağırdan izlerler tüm bu sahneleri.
Kadınların en yaşlısı herkesin “Ana” diyebileceği gül yüzlü kadın kolunu açtı seslendi semâya. Meydanın dört bir tarafına selam durdu tüm bu sağır sultanlara, çelimsiz ağalara. Damlarda pişkin pişkin mesken tutanlar, kin deryasında kulaç atanlar hiçbirinin dili varmadı bu selamı almaya. Yaşlı ana pes etmedi. Daha gür sesle bu sefer yalvarırcasına haykırdı. İnsanları barışa davet etti, insan öldürene küfür etti. Küçük büyük herkesin karşısına eğilebileceğini yeter ki ölüyü kendilerine vermelerini rica etti. Damlarda kafası karışanlar, doğru yola gelmiş gibi olanlar, mürekkep görmemiş parmaklar, feodal beyler dişleri kitlenmişçesine sustular. Kasabanın delisi çıkıverdi ortaya. Bir yandan dişleriyle kollarını çekiştirirdi, bir yandan da bir yerleri işaret etti. Delinin sesi yaşlı Ana’nın sesinden daha boğuk daha hoyrattı. Gür sesiyle küçük çocukları korkutup anaların şalvarlarına yapışacak kadar meydanı inletti. Çekine çekine beyaz tülbentli kadınlara yaklaştı. Yapışık el parmaklarıyla hazine bulmuş gibi “ha şurada” dercesine ölüyü gösterdi. Aranan cenaze az ötedeydi. Atılmıştı bir kenara. Cenazeyi görenler üşüştüler mahşeri koşuşturmaya. Dizleri tutmayanlar sel olmuş gözyaşından önünü görmeyenler yaktılar feryât figân. En yaşlı Ana tüm o kadınlara öncülük etti. Bu kanlı düelloya son vermek için kendi evinde öz kızına, oğluna göstermediği saçını açmaya yeltendi. Arkasından diğer kadınlar…El gözü görmemiş saçlarını açtılar fırlattılar beyaz tülbentlerini üşüştüler cenazenin başına. Ölünün alnından öpüp ona kucak kucak sarıldılar. Dizlerine vura vura ağlaya ağlaya dağı taşı erittiler ama feodal beyleri ikna edemediler. Yükselen sesler vadileri, dağları, samanlığın kuytusundaki çöpü bile rahatsız etti.Düşman safındaki aksakallıların, gençlerin yüreklerinde hüzün yeşerse de intikam tohumları canlandı. Onlar da gizli gizli kendi ölüsüne ağladılar. Acı çeke çeke tezek kokan ışıksız soğuk evlere, sözlü geleneklere sığındılar.
Yaşlı Analar bir gün, bir gece meydanda bekletilen tabutsuz cenazeyi sırtladılar. Yoğun kar altında ağır ağır zor bela taşıdılar. Buğday sarısı bıyıklı Şoför, 72 model limon rengindeki dolmuşa alelacele kontak vurdu. Kasaba meydanında kalan beyaz tülbentler kurakçıl çalılarda dalgalanadurdu. Arabada başları açık utangaç kadınlar lapa lapa yağan kar altında yamaç boyunca ölülerine mersiyeler dizerek ilerlediler. Tilki ve yavruları kısık gözlerle yola baktılar.