Mümin Ağcakaya
Geçmişte insanların nasıl yaşadıklarını anlama ve öğrenmemizi sağlayan arkeoloji bilimine çok şey borçluyuz. Küçük ipuçlarından ve bulunan bazı kalıntılardan hareket ederek geçmişin karanlığını aydınlatmaya çalışmaktadır.
Tarih öncesinden beri insanlar; bilimsel bir bilgiye sahip olmasalar da, olanak ve imkânları dâhilinde; sağlık ve hastalık sorunlarına, çözümler bulmaya çalışmışlardır. Mezopotamya ve Mısır’da bitkilerle tedavi yöntemini geliştirmişlerdir.
Bitkiler insanların hayatı için vazgeçilmez olmuştur. İnsanlar bitkilerden sadece ilaç olarak değil; besin, yakacak ve yiyecek elde etmek için de yararlanmışlardır.
Bitkilerin, hastalıkların tedavisinde ne zaman kullanılmaya başlandığı tam olarak bilinmese de; binlerce yıldır kullanılmış ve zamanla halk tıbbına dönüşmüştür. Günümüz modern eczacılığının temeli olan, doğal ortamlarda yetişen bitkiler, yaban ağaçlarının meyveleri, bazı bitkilerin kökleri; basit işlemlerden geçirerek ya da bazı karışımlar oluşturarak insan sağlığı için ilaç olarak kullanmışlardır. Doğanın sunduğu bu şifa kaynakları, hala da kullanılmaktadır. Günümüzde bu yöntemler alternatif tıp olarak da artık kabul edilmiştir. Ancak doğanın bu cömertliği, bu şifa kaynakları; insanoğlunun doğayı kirletmediği sürece var olacaktır.
Doğanın her zaman kendine özgü bir dili olmuştur. İnsanlar eski zamanlardan beri bu dil aracılığı ile konuşmuşlardır. İnsanlar doğanın dilinden anmaya başlamaları, aralarındaki uyumluluk yaşam koşullarının zorlularını aşmada önemli kolaylık sağlamıştır. İnsanlar bu dili ne zaman anlamaya başladı bilinmez ama doğa insana hep fısıldamaya devam etti. İnsan ne zaman zora düşse doğa her zaman insanın yardımına koştu. Olanak ve imkânlarını sunmada her zaman cömert davrandı. Doğa insana her derdinde bin bir şifa oldu. Açlığını gidermeye, acılarını dindirmeye, dertlerine çare olmuştur. Ancak insan ne zaman doğayla bu iletişimini kopardı; doğanın bu cömertliğini kötüye kullanmaya başladı; doğa da insanı uyardı. Ancak insanoğlu özellikle son yüzyılda bu uyarıları dikkate almadığını görüyor ve izliyoruz. Bu kaynakları bitmez tükenmez olarak görme gibi bir gaflete düştü. Yağma, talan ve daha çok kar hırsı gözünü kararttı. Bu gözü karalıkla, kör inatla, doğayı yağmalamaya devam ediyor. Bir yazarın söylediği gibi insan; doğanın başına gelen en kötü şey oldu.
Neredeyse bulutlara değen gökdelenler, yeşile toprağa hasret mega kentler, Canlı türlerinin büyük bölümünü yok eden insan artık kendi soyuna da hayat veren ormanları yok ediyor. Gölleri, nehirleri kurutuyor. Kullanılabilir temiz su kaynaklarının kirletiyor. Tarımsal alanları ortadan kaldırıyor. İklimler değişiyor. Gün geçtikçe nefes alacağımız havamız zehirleniyor, suyumuz kirleniyor ve toprağımız verimsizleşiyor. Çölleşme ve kuraklaşma sadece bir doğa olayı olarak karşımıza çıkmıyor. Doğaya yabancılaşan insan sadece doğayı çölleştirmesiyle sınırlı kalmıyor, hem cinsini de çoraklaşmaya mahkûm ediyor. Bilim adamlarının dünya için çanların çalmaya başladığını dinleyen yok. Medyada her gün bir gölün kuruduğu haberini dinliyoruz. Eskiden içilebilir olan, içinde balıkların yaşadığı bir akarsuyun artık canlılığını kaybettiğini içimiz burkularak izliyoruz. Buzullardan bir parça daha koparak eridiğini, tarım alanlarından ne kadarının ekilebilir alan olmaktan çıktığını okuyoruz. Gittikçe daralan tarım alanlarının sonucu olarak çok uzak olmayan bir gelecekte açlıkla karşılaşılacağını, içilebilir suların da azaldığını her fırsatta bilim adamları uyarmaya devam ediyor.
Bilim adamlarınca yine buzul çağına doğru hızla yaklaştığımızı vs. daha birçok hayati uyarılarını yapılmaya devam ediyorlar. Bu uyarılara kulak asılmadığını görüyoruz. Ama yıllar çabuk geçiyor. Dünyamızı bekleyen bu tehlikelerden biz olmasak da çocuk ve torunlarımızın kaçamayacaklarını düşünmek bile istemiyoruz. Uzak olmayan gelecekte kimsenin kaçamayacağı tufanlara doğru koşar adım gidiyoruz.