Hitler’in, hukuk dışı yollarla iktidarı ele geçirdikten kısa bir müddet sonra,iktidarlığını hukuksuz yöntemlerle devam ettirirken ‘meşrutiyetini kaybeden halkın gücü’nü dekendi baskı ve zulmünün aracı haline getirmişti.
Almanya,Hitler’in iktidarlığın da tarihinin en karanlık döneminden geçiyordu...
Masum insanların dükkânları taşlanıyor, kitaplar yakılıyor, suçsuzlar insanlar tutuklanıyor, acımasızca katliamlar, kadınlar ve çocuklar zalimce sokak ortasında aşağılanıyordu...
O dönemde, zulüm ve baskıdan kurtulmak, hukukun üstünlüğünü sağlamak ve faşizm zalimliğine karşı mücadele vermenin bir insanlık görevi olduğunu düşünüp aktif olarak direnenlerin, yüksek sesle itiraz eden muhaliflerin arasında Dietrich Bonhoeffer’de vardı.
Bonhoeffer, babası Karl Bonhoeffer’in, psikiyatri ve nöroloji profesörü olduğu, Berlin Üniversitesi’nin akademik çevrelerinde büyümüştü.
Bonhoeffer’in yazıları, Hıristiyanlığın seküler dünyadaki rolü üzerine etkili olmuştur. 1937 tarihli “Müritliğin Maliyeti” adlı kitabı, modern bir klasik olarak tanımlanır. Bir gözlemci olmanın ötesinde içinde yaşadığı zamana elinden geldiğince müdahale de eden Bonhoeffer. Hitler’in iktidara geldiği ilk günlerden başlayarak rejime, özellikle de antisemitizme karşı çıktı. Hitler'in Şansölye olarak atanmasından iki gün sonra, Hitler’i kıyasıya eleştirdiği ve Almanya'yı “putperest bir Führer” kültüne kaymaya karşı uyardığı bir radyo yayını yapar ama yayın yarıda kesilir.
Londra’da iki küçük Alman cemaatinin papazlığını yaptığı 18 ayın dışında (1933-1935), Nazi rejimine karşı Almanya’daki Protestan direnişinin odağı olan, Bekennende Kirche Kilisesi’nin sözcülüğünü yürüttü.
1939’da ailesinin baskısı ile ABD’ye sığınmayı düşündüyse de, New York’ta 15 gün kaldıktan sonra Almanya’ya geri döndü. Almanya’ya geri dönmesini istemeyen dostların biri olan ABD’li ilahiyatçı Reinhold Niebuhr’a yazdığı bir mektupta, “…Amerika'ya gelmekle hata yaptım. Ulusal tarihimizin bu zor dönemini Almanya'nın halklarıyla birlikte yaşamak zorundayım, bu dönemin güçlüklerini halkımla paylaşmazsam, savaştan sonra Almanya’da Hıristiyan yaşamının yeniden kuruluşuna katılma hakkını yitiririm…” diye yazmıştı.
Bonhoeffer, Hitler'e ve Nazi diktatörlüğüne karşı kararlı sesli muhalefeti ve direnişiyle tanınıyordu. Bu nedenlerden dolayı, Nisan 1943'te Gestapo tarafından tutuklandı, bir buçuk yıl Tegel hapishanesinde tutsak edildi. Oradan Flossenbürg toplama kampına gönderildi. 9 Nisan 1945 günü sabaha karşı asılarak öldürüldü. Ölümünden iki hafta sonra o kamp ABD askerleri tarafından ele geçirilerek lağvedildi.
Bonhoeffer hapisteyken, sayısız sanatçı, filozof, fikir ve bilim insanı çıkaran Alman kültürü, nasıl böyle bir organize kötülüğün, zalimliğin, korkaklığın, cehaletin ve suçun merkezi haline gelmişti? Diye uzun uzun düşündükten sonra, aptallığın teorisini yazdı.
Nietzsche’nin, “Bireylerde delilik nadirdir; ama gruplarda, partilerde, uluslarda ve çağlarda kural budur” tespitini ve “aptallığın yarattığı kötülüğün”, kötülüklerin en korkuncu olduğu fikrinden yola çıkıp aptallığın kökenlerini araştırır.
Aptallık, ilk etapta doğuştan gelen bir hastalık olduğu düşünülür. Fakat bu da yanlıştı. Çünkü “…insanlar belli şartlar altında aptallaşıyorlardı, daha doğrusu başkalarının kendilerini aptallaştırmasına müsaade ediyorlardı. Yalnız bireylerde bu hastalık daha az görülüyordu...” O “Bireylerin, toplumun içinde iktidarın ihtiyacı olan aptallığa, koyun sürüsü davranışı sonucunda yenik düştüğünü” iddia eder. Diğer bir deyişle “aptallığın doğuştan olmayıp zamanla iktidarların hipnotize ettiği yığınların birbirleriyle etkileşiminden çoğaldığını” ileri sürer.
“…Bu kitlelerin aralarında zeki insanlar olmasına rağmen, bir noktadan sonra düşünme yetilerini ve farkındalıklarını yitirdiklerini…”, “…Kitleler özgürlüklerini kaybederek bir büyünün içinde yaşıyormuşçasına diktatörlerin ardından gittiklerini…”, “sorunun kökeninde, kötülük değil aptallık yattığını” tespit eder ve “aptallığın psikolojik değil, sosyolojik bir problem olduğu” sonucuna varır.
Aptallıkla mücadele için de önce onun doğasını anlamaya çalışır. Ona göre, “Aptallık, bir zekâ problemi değildi. Ahlaki bir problem”di. Çünkü Hitler’i destekleyen Alfred Baeumler, Ernst Ingmar Bergman, Martin Heidegger, Carl Schmitt ve benzeri gibi profesörler, entelektüel birikimi olan çok aptal olan insanlar vardı.
Hapisteyken yazdığı mektuplarda “aptallığın yarattığı kötülüğün, diğer tüm kötülüklerden daha tehlikeli olduğunu” da anlatmaya çalışıyordu. Mektuplarında şunları yazmıştı:
“…kötülüğü protesto edebilirdiniz, karşı argümanlarla kötülükle mücadele etmeniz mümkündü, ama organize olmuş ahmaklar sürüsüne karşı yapabileceğiniz hiç bir şey yoktu. Ne protestolar, ne zorlama onlara etki etmiyordu. Mantıklı gerekçeler sunduğunuzda, önce reddederler, reddedemeyecek hale geldiklerinde ise önemsizleştirirler…”
“…Aptallar hallerinden memnundurlar, fakat saldırıya da hazırdırlar,saldırıya geçtiklerinde,en kötü insanlardan çok daha tehlikelidirler...”
Güçlerin bir kişide toplanma arzusu, politik ve dini hareketlerde çok rastlanır. Aptallık hastalığının bulaştığı yerler, böylesi gruplardır.
Ahmaklar ve diktatörler arasında muazzam bir korelasyon vardır, ikisi de birbirine ihtiyaç duyar.
İnsanların ahlaki ve entelektüel birikimleri bir anda yok olmuyordu. Diktatör, gücünü arttırdıkça, aptallar o gücün büyüsüne kapılarak bağımsız düşünme yetisini kaybedip kendileri de “otonom” biçimde hareket ederler. Gözlerine sokulan bilimsel gerçekleri bile, inatla redderler. Onlarla konuştuğunuzda bir insanla değil, sloganlarla konuşan bir robotla konuştuğunuz zannedersiniz. O kadar büyülenmişler ki, kötülük yaptıklarının farkında bile değiller.
Evet, ne yaptıklarının farkında değiller, kullanıldıklarını ve kötülük yaptıklarını onlara anlatarak bir yere varılmaz. “Onları bu katatonik uykudan çıkarmanın tek yolu bağımsız-özgür olmalarını sağlamaktır.”
“Aptallığa karşı, hiçbir savunmamız yoktur. Ne protestolar, ne de güç ona dokunamaz. Akıl yürütme hiçbir işe yaramaz, aptallar, kişisel önyargılarla çelişen gerçekleri, basitçe inkâr ederler.”
Kötüden farklı olarak aptal, kendinden memnundur. Onları agresif hale getirmek çok kolaydır, hemen tehlikeli hale gelebilirler. Bu nedenle, kötü niyetli olanlardan daha fazla dikkat edilmesi gerekir.
“İyinin, kötüden çok daha tehlikeli düşmanı. Aptallıktır”
Bonhoeffer, “Yaptığımız her şeyden sorumluyuz” diyordu yazılarında.
Yoksa “aptallığa saygı da demokrasinin bir gereği midir?”
m.nesim.sevinc@gmail.com