Gökte aydınlık ve karanlığın kavgaya tutuştuğu sessiz, sıcak bir yaz sabahı; güneş yeni doğmaya başlamış. Evren normal düzeninde devam ediyor işleyişini sürdürmeye. Dünya dönüyor, bilinmeyen gezegenlerde bilinmeyen canlılar nefes almaya devam ediyor; belki de etmiyor, sonuçta bilinmeyen bir şey hakkında yorum yapmak kolay geliyor insan diline fakat bu bilim dergâhından aforoz edilme sebebi sayılabilir. Saat sabah altı suları, akşamın soğuğu ile gündüzün onulmaz sıcağının yer değiştirdiği; insana hoşnutluk kazandıran o serinliğin olduğu dakikalar. Şehrin kadim sahipleri yusuftutanlar ince cıvıltılarla güne merhaba diyor. Hafif bir rüzgar vuruyor tahta pencerelere; yaylalara, çiçeklere ve gökyüzüne çarpıp kuşların ensesini okşayarak giriyor evlere.
Yıllardır yılmadan insanları sırtında taşıyan ahşap bir ev duruyor Kuşduymaz Sokağı'nın göbeğinde. Evin bahçesindeki akasya ağaçları, bir çiçek demetini andırırcasına sarıyor ahşap evi ve evin önünden geçenler bakmaya doyamıyor bu eve. Herkesin hayallerinde var olan, kışın bacası tüten ve içinde mutluluğun yaşandığı o evi temsil ediyor bu ahşap yuva. Bundandır ki oradan geçen herkes ister istemez bir daha dönüp bakıyor oraya. Herkesin içinden orada ne tür bir mutluluk yaşandığına dair düşünceler geçiyor. Evin küçük ama dolu dolu bahçesi, bir şiir hissiyatı uyandırıyor insanın yüreğinde; şehrin betonarme yapısı içinde bambaşka geliyor insanlara. “Kim bilir nasıl mutlu ve koskocaman bir aile yaşıyordur orada.” diye geçiriyor birçok kişi içinden; ama kim bilir?
Dünyanın dört bir yanından kopup gelen o ince esinti, çarpıyor Kuşduymaz Sokağı’ndaki ahşap evin ikinci katındaki penceresine. Pencerenin önündeki yılların yorgunluğuyla kararmış tahta masada, yer yer mürekkep damlaları yer alıyor. Sürekli yenilendiğinden dolayı kurumaya dahi fırsat bulmayan bu mürekkep damlalarını oluşturan kişi, eprimiş tahta sandalyeye oturmuş; kendini kaybetmiş izlenimi vererek ya da gerçekten kendini kaybetmiş bir şekilde sararmış kağıda bir şeyler yazıyor. Pencereden gelen esinti saçlarını savuruyor hafiften. Bununla birlikte daha çabuk kuruyor kağıda işlenen mürekkepten harfler. Onun umrunda olmuyor bu esinti, belki de günün doğduğundan bile habersiz devam ediyor aklındakileri kağıda aktarmaya. Kim bilir kaç saat oluyor bu masada oturup bu sararmış kağıtları doldurmaya başlayalı? Kuşların dâhi yeni cıvıldamaya başladığı, evin bahçesindeki bitkilerin fotosentez mesaisine henüz koyulduğu bu saatte; kim bilir ne oluyor onu bu denli hırsla yazmaya iten.
Herkesin hayalinde koskocaman bir aileyi barındıran bu ahşap evde, onun dışında kimse yaşamıyor. Evin tek açık penceresinin bulunduğu, çocukluğundan beri kullandığı bu odada; tüm mobilyalar aynı ağaçtan yapılmış gibi tamamlıyor birbirini. İnce, lale desenli, zarif ve duvara yaslanmış bir başlığı olan tahta yatak duruyor odanın ortasında. Son zamanlarda pek de gerek duyulmayan bu yatağın, yer yer verniği sökülmüş ve başlığında laleler dışında bazı çizikler de yer alıyor. Geceleri tırnaklarıyla açtığı bu çizikler, gördüğü kabusların bir kanıtı oluyor bir bakıma. Yatağın sağ tarafında aynı tahtadan bir elbise dolabı, solunda da pencerenin önündeki masa duruyor ve tabi ki o duruyor masanın başında. O, varlığının yeryüzündeki önemini sonradan anlatacağım kişi, birden pencereden dışarı bakıyor. Pencerenin önünden yay çizerek geçen yusuftutan çekiyor ilgisini ve on saniye de olsa yazmaya ara verip izliyor kuşu. “Yusuftutan... Evet, eksik olan şey Yusuftutan!” diye içinden geçirip ani bir hırsla devam ediyor kâğıda bir şeyler yazmaya.
İçinde bunların yaşandığı esnada, evin önünden geçen bir grup yabancı “Kim bilir ne huzurlu bir evdir. Bahçesinde akasya ağaçları, olgunlaşmış kirazlar ve tamamen ahşap bir ev ne kadar da iyi gelir insana.” diye söyleniyorlar. Bu ahşap evin içinde neler yaşanıyor? Daha doğrusu bu evin içinde yaşayan kişi evreni nasıl etkiliyor ve onun zihninin içinde neler yaşanıyor, kim bilir?
(Seri olarak devam edecektir.)
*Bülbül, seher kuşu.
-Zeynel Hebun Güler