Dersim-Nazimiye-Pülümür yol ayrımındaki askeri kontrol noktasından geçiyoruz, 2002 yılının Mayıs ayı olmalı. Tank ve panzerlerle çevrili Pülümür vadisindeki yol ayırımında, dev kum torbaları, beton ve demir bariyerlerle nokta kuran tepeden tırnağa ağır silahlarla kuşanmış askerlerin, “yolculuk nereye” diye sormasına fırsat vermeden, “Zagê suyuna gidip geleceğiz” diyoruz. Boşaltılan köylere, gezi amacıyla da olsa gitmek hala yasak. Ancak bir iki yıl önce Zagê suyu kenarında piknik yapılmasına izin vermeye başlamışlar, vadi boyunca durup dinlenmeye ses çıkartmadıklarını biliyoruz. Kimlikler kayda geçirildikten sonra yola devam ediyoruz. Zaten birkaç kilometre ileride bulunuyor Zagê suyu, göz açıp kapayıncaya kadar ulaşacağız.
Bu, Zagê’ye ikinci gelişim olacak, yıllar önce yine gelmiştim, Tajnûlu köylüler tarafından suyun başında kurulmuş güzelim tesisin virane halini görmüşüm, insana can veren suyundan içmişim. Munzur ve Halborî gözeleri gibi bölgenin yaşam kaynağı olan Harçîk’e akan süt beyazı Zagê suyuna ulaşıyoruz, bir defa daha kana kana içiyorum. Hem yorgunluğumu hem de heyecanımı alıyor. Biraz daha yol alırsak Ağlayan Kaya’ya varacağız. Ancak gitmiyoruz, gidemiyoruz oraya. Ağlayan Kaya Kırmızı Köprü beldesine varmadan solda, vadinin tabanında bulunuyor. Ağlayan Kaya’nın üzerinden akan su gözyaşları damlaları gibi dökülüyor yukarılardan aşağıya doğru. Gözyaşları derken akla birkaç damla gelmemeli, su Nisan yağmuru gibi dökülüyor insanın üzerine. Dersim’in her bir köşesi gibi ağlayan kaya da bir doğa harikası, en sıcak yaz günlerinde bile insana hayat veren Dereova şelalesini aratmıyor insana.
Zagê suyunun delice döküldüğü o güzelim Harçîk suyunu çevreleyen dimdik vadi, dağlar ve mağaralar bir kez daha büyülüyor beni. Buraya onlarca kez, binlerce kez gelsem de her seferinde yine aynı heyecanı duyacağımdan ve aynı büyülü havayı soluyacağımdan eminim. Kim böyle düşünmez ki buraları görüp yaşayınca.
Dersim direnişi hikayelerinde Zagê suyundan hep bahsedilir, anılarda, şiirlerde adı geçer. Biraz hırçın, biraz öfkeli, biraz da tarihle hesaplaşan bir edayla bitmeyen özgürlük türküsünü söyler gibi muhteşem dağı, kalu beladan bu yana yiğit Alevi Zaza Haydaranlara sığınak olmuş dağları aşıp gelen Zagê suyu ve çevresini dolaşırken Dersim’in o büyük direnişi yaşar gibi oluyor insan. Öyle ki her an bir kayalığın arkasından veya bir ceviz ağacının altından bir direnişçinin “hişt, hişt” diye sesleneceği hissine kapılıyor.
Şimdi Avrupa’da, güzelim Dersim’den uzak, mülteci hayatını yaşayan yol arkadaşım Kemal’e “Tajnû çok uzak mı?” diye sormaya hazırlanırken; O, daha hızlı davranarak, “Çabuk olalım, daha çok yolumuz var. Ancak gideriz, yürü heval” diyor. Kemal dağ keçisi gibi maşallah öyle hızlı yürüyor ki mümkünü yok ulaşamıyorum.
Kemal önde, ben arkada kestirme yol olsun diye dimdik kayalıkların bulunduğu tarafa, yani Zagê suyunun öfkeyle akıp geldiği tarafa yöneliyoruz. Yol aldıkça yükseliyoruz, yükseldikçe Harçîk suyundan uzaklaşıyoruz. Hızlı hızlı adımlarla iki büklüm yürüdüğümüz yolun sonunda sarp kayalıklar tarafından önümüzün kesildiğini anlıyoruz. Öyle bir kayalık ki insanın önüne dümdüz bir duvar gibi yükseliyor. Kemal biraz mahcup bir edayla bana dönerek, “Dersim coğrafyasının huyudur bu. Canı istemezse geçit vermez. Çaresiz döneceğiz. Lanet, nasıl oldu da kestiremedim. Aslında buradan daha önce çok kere geçip gitmiştim. Bazen de gece” diyor.
Ve soluklanma ihtiyacı bile duymadan bu kez sola dönerek yeniden kayalıkları tırmanmaya başlıyor Kemal. Benimse ciğerlerim parçalanıyor adeta, nefes bile alamıyorum. Çaresiz tekrar, tekrar bir aşağı bir yukarı yöneliyoruz. Ne yapıp edip bir saat içinde dönmemiz gerekiyor. Aşağıda yolu gözetlemek için bekleyen sevgili Muharrem’le öyle sözleşmiştik. Bizden haber çıkmazsa sağa sola haber verecek bizim için.
Sonunda doğru yolu buluyoruz, daracık bir patika. Bu patikadan başka seçeneğimiz olmadığını anlıyoruz. Bir tarafı sarp kayalık bir tarafı uçurum olan patikadan ilerliyoruz. Bu bölgenin, asker ve gerillaların sık sık birbirlerine pusu attığı yer olduğunu anlatıyor Kemal. Patika boyunca her yirmi, yirmi beş adımda bir, bir pusu yerine rastlıyoruz. Ateş yaktıkları yerlerden anlıyoruz ki çok beklemişler buralarda, sık ağaçlardan üç beş adım ötesi görülmeyen yerlerde.
Zorlu bir yürüyüşten sonra Tajnû’ya (Karagöl) yaklaşıyoruz, sola kırılan patikadan yolumuza devam edersek dağların sırtındaki Hengirvan’a, Dersim’in cennetine varacağız, edemiyoruz, iki adım öteye bile gidemiyoruz. En kötüsü açık alana, uzaklardan, Harçik vadisinin öte yakasındaki dağlardan, pusu yerlerinden izlenmesi mümkün olan köyün, birkaç adım ilerimizdeki Tajnû’nun içine gitmeye dahi cesaret edemiyoruz. Çevredeki gözetleme mevzilerindeki askerlerin bizi görüp ateş etmesinden korkuyoruz. Köyün dışındaki gür ceviz ağaçlarının arasına gizlenerek uzaktan fotoğraf çekmekle yetiniyoruz. Tajnû’dan geriye, taş yığınları dışında hiçbir şeyin kalmadığına hayıflanıyoruz, acı içinde virane haline tanık oluyoruz. Dersim direnişi kahramanlarından Haydaranlı Xidê Alî Îsmê’nin Tajnû’su, bir yıkıntıydı sadece, bitmeyen çığlığını hissediyoruz. Hesê Xidir Ağay’ın anlata anlata bitiremediği Tajnû değildi sanki gördüğümüz, tanık olduğumuz... Tajnû, korku içinde uzaktan izlediğimiz bir yangın yeriydi adeta, onca zulme rağmen sesi, soluğu kesilemeyen, yüreği zaptedilemeyn köyle daha yakından hemhal olamadan dönüyoruz Zagê’ye, Harçik suyuna, Pülümür vadisine, bizi bekleyen Muharrem’e…