En son Gültan’la birlikte Ağuçen ocağından Bulamlı Bilge Baba Ap Aziz’in anması için gitmiştim Adıyaman’ın güzelim köyü Şeyhmira’ya, bir de antik kent Pirin’e, Komagen(l)e Kralı Antiokhos’un gözde şehrine. Arada bir Nemrut’a, dağların efendisine, tanrıların tahtına gitsem de uzun zamandır ötesine geçmiyordum, “Ver elini Diyarbakır’ım, Amed’im, mala min…” deyip geri dönüyordum, bir gün bile hasretine dayanamadığım kadim şehre.
Adıyaman’ın kuzeyinde, dağların arasındaki doğa harikası bir vadide bulunan Şeyhmira köyü, özellikle de Bilge Baba Ap Aziz türbesinin bulunduğu yer, bölgenin her bir yerinden gelen insanlarla dolmuş, taşmıştı o gün. Bulam’dan, Kömür’den, adını bilmediğim başka, başka bölge ve köylerden gelen kofili yaşlı Alevi Kürt kadınlarının her biri, doğaya can veren birer çiçek gibi süslüyordu o koca insan kalabalığını, Bilge Baba Ap Aziz’in misafirlerini. Sanki, Antiokhos’un yazlık sarayındaki soylu kadınlar, Arsemia kentinin ölümsüz tanrıçaları kalkıp gelmişti Bilge Baba Ap Aziz’in anmasına, sonsuza kadar devam edecek olan cemine.
Ne güzel bir gündü…
*
Adıyaman’ı en çok Narinceli Osman Sebri’den tanırım, bilirim, dağların efendisi Kral Antiokhos kıskançlıktan çıldırsa, ölse bile. Efsane bir Kürt yiğididir, bir şairidir, bir aydınıdır Osman Sebri, dahası Mir Celadet Ali Bedirhan’ın yoldaşıdır, Ronahi’nin aydın yüzüdür, Sünni Kürt Mirdêsilerin yüz akıdır, prensidir. Adıyaman’a, Nemrut’a her gittiğimde, hele Narince köyüne girdiğimde Osman Sebri’yi anarım, dahası her taşın arkasında, her ağacın altında, her evin yanında onu görür gibi olurum. Hele acelem yoksa, mutlaka durur, bir nefes alırım Narince’de, birini bulsam muhakkak köylülerine sorarım Osman Sebri’yi, istisnasız hepsi, aralarında sözleşmişler gibi her seferinde, “Bizim Osman mı, hani şu Suriye’ye giden, kız kardeşinin intikamını yerde bırakmayan Osman… İnsan akrabasını tanımaz mı, köylüsünü bilmez mi” cevabını almama rağmen. Onu köylülerine hatırlatmak, akıllarına getirmek bir ömür devam edecek vazifemmiş gibi bunu hep yaparım…
*
Sanırım sene iki bin ikiydi, HADEP Genel Başkanı Murat Bozlak’ın parti yönetimiyle bölge illerine yaptığı üç haftalık gezisine gazeteci olarak eşlik etmiştim. En son Urfa’dan Adıyaman’a uğramıştık. İl binasının önündeki açık hava toplantısına, yüz, bilemedin yüz elli kişi ancak katılmıştı. Herkes uzaktan, çaktırmadan selam veriyordu. Neyseki bir düğün salonunda yapılan gece etkinliğine epey insan katılınca rahat bir nefes almıştı, dedeleri Adıyaman’dan Şereflikoçhisar’a sürgün gitmiş Reşi Murat Bozlak, canıyla, kanıyla hep Osman Sebri’nin yolunda yürümüş barış insanı…
O gezide, adını bilmediğim bir mahalleden geçerken, yine adını bilmediğim, hiçbir zaman öğrenemeyeceğim korkusuz bir kadının, Kofili Tanrıça’nın konvoya zafer işareti yapması herkesin gözünü yaşartmıştı, adeta ablukaya alınmış kentin sokaklarından geçenlere yalnız olmadıklarını hissettirmişti, güç vermişti. Birkaç gün, belki de birkaç ay sonra HADEP kapatıldı, kimbilir kaç kuşak sürgün yemiş rahmetli Murat Bozlak’a da siyasi yasak getirilmişti…
*
Geçen hafta, Maraş depreminden birkaç gün sonra yine Adıyaman’a, antik Pirin’e gittim. Kral Antiokhos’un, Osman Sebri’nin, Bilge Baba Ap Aziz’in, Kofili Tanrıça’nın ülkesi yerle bir olmuştu, baştan başa yıkılmıştı, daha doğrusu koca bir şehir tarumar olmuştu, adeta can çekişiyordu. Her tarafı, özellikle de kentin gözde mahallesi Bozbey adeta yok olmuştu, bir şehrin acı içinde ölümüne tanıklık ettiğimi hissettim. Sevdiğim bunca insanın, hayranı olduğum tarihin, aşka geldiğim kültürün boy verdiği topraklarda, dünyanın dört bir yanına yayılmış efsanevi tanrıların, tanrıçaların, kralların ülkesinde yaşanan trajediye, büyük yok oluşa tanıklık etmek hiç olmadığı kadar ağır geldi, zor geldi…
Kaç sokağı dolaştım, yerle yeksan olmuş kaç binaya baktım, hatırlamıyorum. Sokak dediğime bakmayın siz, enkaz yığınlarının sağlı sollu dizili olduğu, binaların her bir yana devrildiği, birbirine yaslandığı, içindeki eşyalarla birlikte duvarları her bir tarafa saçıldığı, döküldüğü koridorları, daha doğrusu bir, belki de iki gün önce buldozerlerle açılmış koridorları kast ediyorum. Enkazları bekleyen birkaç mahalleli, etrafta dolaşan birkaç bekçi, polis, asker, gazeteci ile ardı sıra yığılı bekleyen enkazları kaldırmaya henüz başlamış birkaç kepçe operatörü ile kamyon şoförü dışında, bir de bir kepçenin paletleri arasında korku içinde etrafı izleyen yaralı bir kedi gördüm. Ne bir köpeğe rast geldim, nede gökyüzünde dolaşan bir kuşa….
*
Adıyaman’da, börtü böceğin, her çeşit kuşun, kedinin, köpeğin, en çok da çocukların sesini yeniden duyma özlemiyle…