“Kürtlerin en ölümcül trajedisi, dil yarası”
Ali Abbas Yılmaz / Özel Haber
‘Kimlik Trajedileri ve Derin Tabular – 1 ’ kitabında, “Kürt toplumunun en büyük dramı ve en ölümcül trajedisidir, bu dil yarası. Bizlere Türkçe ‘bir dil bir insan’ anlayışı içinde sabırla ve metanetle değil, dayaklarla, hakaretlerle, aşağılamalarla ve bizim kadim dilimizi yok etme niyetiyle öğretilmeye çalışılıyordu” diyerek anadil sorununu üzerinden kimlik trajedilerini çarpıcı bir şekilde anlatan Genceddin Öner, romanını 4 temel başlık üzerine kurguladığını söyledi.
Kadın hastalıkları uzmanı bir Cerrah olan Öner, yazdığı bu roman ile Kürt coğrafyasında yaşanan trajedilere bir ayna tutmayı ve toplumun bu acılarla yüzleşmesini amaçlarken, ensest tecavüzler konusunu da romanının temel bir başlığı olarak işliyor. Öner, “Bu konu çok can sıkıcı bir konu olduğu için genelde hem bilimsel platformlarda hem de toplusal alanda bu işi görmezden, duymazdan ve bilmezden gelindiğini görüyoruz. Ve bu yok sayma da geri kalmış toplumlarda aşiret namusunu, aile namusunu koruma saikleriyle yapılıyor. Fakat gelin görün ki, bu olayın mağdurları çok büyük bir trajedi ile karşı karşıya kalıyorlar. Ensest kurbanlarının duyguları parçalanıyor, hayattaki bakışları değişiyor, yaşamdan hiçbir şekilde zevk alamıyorlar, iş yaşamlarında dikkatsizlikler yaşıyorlar ve hayatları zindana dönüyor” diyerek toplumda yaşanan bir travmaya dikkat çekiyor.
Genceddin Öner ile ‘Kimlik Trajedileri ve Derin Tabular – 1 ’ kitabı üzerine yaptığımız röportajı okurlarımızla paylaşıyoruz.
Cerrahların da duyguları var
“Ben bir doktorum, kadın hastalıkları uzmanı ve aynı zamanda cerrahım. Hani, halk arasında şöyle bir deyim vardır; Cerrahlar kasaptır, hiç kimsenin gözünün yaşına bakmadan kesip biçerler. Gerçekten öyle midir? Cerrahların da bir insan olduğunu ve her insan gibi onların da duygularının olduğunu görüyoruz. Hastalarımızla empati yapmadan onlarla sağlıklı bir iletişime giremeyeceğimizin bilincindeyiz ve hastalarımızı bir et yığınından ibaret görmüyoruz. Hastalarımızın duygu dünyası olduğunu gözeterek onlara yaklaşırız. Ki zaten beni böyle bir kitabı yazmaya iten de insanlarımızın yaşanmışlıklarıdır.
“Coğrafyamızda yaşanan kimlik trajedilerini anlatmaya çalışmaktayım”
Kitabın adından da anlaşılacağı gibi, ‘Kimlik Trajedileri ve Derin Tabular’, bizim coğrafyamızda yaşanan kimlik trajedilerini ve halkımızın yaşadığı acıları anlatmaya çalışmaktayım. Bir Kürt doktor olarak bunu bizzat kendi yaşamımdan da biliyorum ve Kitabın ana kahramanı olan Dr. Hikmeddin’in yaşamış oldukları da zaten kitabın ana konusudur. Dr. Hikmeddin’in yaşamış olduğu trajediyi anlatırken çok duygulanmıştım çünkü tüm bu trajedileri bire bir kendi yaşamımdan da biliyorum. Özellikle kırsal alanlarda yaşayan, şehir yüzü görmemiş ve köyün o homojen etnik yapısı, düşünüş, davranış, duygulanış dünyası, hayatı algılayışı aynılaşmış bir aile ortamında yetişmek…
“Osmanlı’da, çok dinli, çok kültürlü, çok uluslu, etnisiteli bir yapı var”
Tabii ki, burada devletin de bir paradigması var; homojen bir toplum yaratmak için bir mühendislik projesi var. Üç kıtaya hükmetmiş Osmanlı’nın 20. yüz yılın ilk çeyreğinde, birinci dünya savaşının başlaması ile imparatorluğun çözülme sürecine girdiğini biliyoruz. İngiltere ve Fransa’nın Osmanlı’ya müdahalesi ile imparatorluk bünyesindeki halkların kendi ulus devletlerini kurdukları bir süreç yaşandı. Osmanlı’nın merkezi coğrafyasına baktığımızda çok dinli, çok kültürlü, çok uluslu, etnisiteli bir yapı olduğunu görürüz ve Cumhuriyetin kuruluşuna kadar da böyle olduğunu biliyoruz.
“Paradigmanın oturtulması için de baskılar yapıldı”
Kapitalizmin gelişmesiyle ulus bilinci de halklar arasında gelişti ve üç kıtaya hükmeden Osmanlı’dan geriye Anadolu’ya sıkışmış bir Cumhuriyet kaldı. Zaten yeni kurulacak cumhuriyetin temel paradigması da Anadolu toprakları üzerinde yaşayan halkların Müslümanlaştırılması ve Türkleştirilmesi üzerine kuruldu. Ermenilere ve Rumlara karşı yapılan tehcir ve Kürtlere karşı uygulanan asimilasyon politikalarının özü esası, Anadolu toprakları üzerinde yaşayan halkların tek bir potada eritilerek, Türk uluslaşmasının sağlanmasıydı. Tabii ki, bu paradigmanın oturtulması için de baskılar yapıldı.
“80 yıllık Cumhuriyet tarihinde ülkeyi bunların yönettiğini görüyoruz”
Yeni kurulmuş Cumhuriyetin elit tabakasına ve devlet bürokrasisine baktığımızda bunların ya Balkan ya da Kafkas göçmeni devşirmeleri olduğunu görüyoruz. 80 yıllık Cumhuriyet tarihinde ülkeyi bunların yönettiğini görüyoruz. Tabii ki, kültürel olarak bir yere ait olmadığınızda o topraklar üzerinde yaşayanlara karşı pek bir sorumluluk duygusu hissetmeyebiliyor, en ağır baskıları uygulamakta sakınca görmüyorsunuz. Bu coğrafya’daki talihsizliklerin en önemli nedenlerinden biri de budur. Bu toprağa ait olduğunuzda, bu toprağın kültürüyle şekillendiğinizde bu toprağın insanlarına karşı böyle acımasız kararlar alamazsınız. Bugün bu topraklarda yaşanan kimlik trajedilerinin arka planında bu tarihsel kesit bulunmaktadır.
“Kürt bir annenin kucağında, onun ninnileriyle hayata gözlerin açmış bir Kürt çocuğu”
Kitabımda bahsettiğim kimlik trajedilerinin yaşandığı coğrafya, Kürt coğrafyasıdır. Köy kültürü ve homojen bir etnisite içinde yaşanan kimlik trajedilerine, anadil alanında yaşananlarla başlamak istiyorum. İçine doğduğum toplumsal, siyasal, sosyal, kültürel koşullar, asimilasyonun olduğu Kürt coğrafyasının kırsal yaşam alanıdır. Kürt bir annenin kucağında, onun ninnileriyle hayata gözlerin açmış bir Kürt çocuğu olarak çocukluğumu yaşadım. Annenizin sizi Kürtçe çağırdığı, Kürtçe azarladığı, Kürtçe sevdiği bir ortamda büyüyorsunuz. Çocukluğunuz, Kürt dilinin bütün argümanlarıyla örülü bir yaşam içinde şekilleniyor ve o dil içinde bir yaşam sürüyorsunuz.
“YBO’ların kuruluş amacı asimilasyonun pekiştirilmesidir”
Kitabımda da işlediğim 4 ana trajediden biri olan anadil sorunu ki, bu coğrafya’da yaşanan en ağır kimlik trajedilerinden biridir. Kendim de bizzat yaşadığım bu trajediden biraz bahsetmek istiyorum. Kürt bir anadan öğrendiğim Kürtçe ile Türkçe eğitim öğretim yapılan bir okulda öğrenim hayatıma başladım. Çocukların asla gönderilmemesi gereken YBO’ların kuruluş amacı asimilasyonun pekiştirilmesidir. Hatta buralarda öyle baskılar uygulanıyor ki, çocuklar arasında ödül / ceza sistemi uygulanıyor. Çocukların ödüllendirilmeleri şöyle oluyor; tatillerde köye gittiğinizde eğer sınıf arkadaşınız ‘bilinmeyen bir dil’le konuşursa onu şikâyet edeceksiniz. Biz hem size iyi not vereceğiz hem de ödüllendireceğiz. Peki, verilen cezalar nedir; tek ayaküstünde bekletme, parmak uçlarına cetvelle vurma ve sürekli aşağılama. İşte romanın başkahramanı Dr. Hikmeddin bu trajediyi anlatıyor. Hikmeddin, okula başladığında çok sevinçlidir. Olayın yaşandığı dönem 1950 / 1960’ların Türkiye'sidir ve özellikle Kürt coğrafyasının kırsal alanlarında çok derin bir yoksulluğun yaşandığı yıllardır. Kendi çocukluğumdan da hatırlarım bize o dönem basit bir kumaştan bir Fistan giydirirlerdi. Altında iç çamaşırı dahi yoktu. Ayağımızda ayakkabımız yoktu.
“Çok seviniyoruz çünkü Fistanlardan kurtulup, pantolon, ayakkabı, önlük vs… sahibi olacağız”
Köye okul yapıldığında Jandarma komutanı köye geliyor ve ailelere çocuklarını okula yollamalarını istiyor. Komutan okula topladığı ailelere yönelik bir konuşma yapıyor. Çocukların okuması gerektiğini, okuyan çocukların devlet adamı olabilecek mertebelere gelebileceklerini söylüyor ve çocuklarını okula yollamayanların cezalandırılacağını söylüyor. Bu duruma çocuklar cephesinden biz çok seviniyoruz çünkü Fistanlardan kurtulup, pantolon, ayakkabı, önlük vs… sahibi olacağız.
“Hikmeddin, yeni kıyafetlerinin sevinciyle sabaha kadar yatamıyor”
Halkın yaşadığı yoksulluğu anlamak için Sorgül köyünün sosyal yapısına bakmakta yarar var. Sorgül köyü o zaman 10 köye hükmeden Mirze Bey’in zimmetindedir. Köylerin bütün arazileri, bütün köylüler Mirze Bey’e zimmetlidir, bir bakıma her şey onun malıdır. Mirze Bey bir köyü satmak istediğinde içinde yaşayan köylülerle, marabalarla birlikte satıyor. Böyle bir yoksulluk ve yoksunluk ortamında üstünde bir tek Fistan’ı olan çocuklar için okula gitmek demek, ayakkabı, pantolon, önlük sahibi olmak demekti ve Hikmeddin de bu çocuklardan sadece biriydi. Hikmeddin, yeni kıyafetlerinin sevinciyle sabaha kadar yatamıyor. Babalar için ise, okul demek büyük bir külfet demekti. Artık, borç harç bir şekilde bir çaresine bakmak gerek çünkü işin ucunda Jandarma korkusu var. Hayvanlarını satanlar, tefecilerden borç alanlar, bir şekilde okul kıyafetleri temin ediliyor.
“Öğretmenin konuştuğu dil ile çocukların bildikleri dil farklı”
Okul kıyafetlerine kavuşan çocukların sevinci, öğretmenin çocukları sıraya koymasıyla kesiliyor. Çünkü öğretmenin konuştuğu dil ile çocukların bildikleri dil farklı ve çocukların kıyafet sevinçleri yerini başka bir dille konuşan öğretmenden yaşadıkları şaşkınlığa bırakıyor. Çocukların anne babalarından duydukları dil ile öğretmenden duydukları dil çok farklı ve çocuklar bilmedikleri bir dil ile alfabeyi öğrenmeye çalışmak zorunda bırakılıyorlar. Öğretmen çocukları tahtaya kaldırarak, anlattıklarının özetini istiyor. Tabii ki, çocuklar için bu büyük bir şok ve çocuklar öğretmenin anlattıklarından tamamen kopuk haldeler. Ve eğitim öğretim süreci boyunca çocuklar yarım yamalak, ağır aksak bir şeyler öğrenmek için uğraşıyorlar. Derken, Hikmeddin’in babası Silvan’a amelelik yapmak için gidiyor ve Hikmeddin öğrenim hayatını Silvan’da sürdürmek zorunda kalıyor.
‘Sizin çocuklarınız geri zekâlıdır, hiçbir şey anlamıyorlar’
Günlerden bir gün, ya okulun Müdür Yardımcısı ya da Hikmeddin’in öğretmeni, 7-8 çocuğun ellerine bir kâğıt tutuşturarak, velilerinin okula gelmesini istiyor. Bunun üzerine aileler okula geliyor ve okuldaki yetkili çocukların ailelerine şunu söylüyor: ‘Sizin çocuklarınız geri zekâlıdır, hiçbir şey anlamıyorlar. Araştırdığımıza göre, fakir, yoksul insanlarsınız. Boşu boşuna bu çocukları burada tutmayın, bu çocukları okuldan alıp bir mesleğe verin. Hem sizin aile bütçeniz için hem de çocukların bir meslek öğrenmesi açısından en iyisi budur.’ Hikmeddin’in babası akşam eve geliyor ve olan biteni anlatıyor.
“1960’ların Türkiye’sinde bir ilkokul diploması çok önemliydi”
Hikmeddin’in trajedisi bununla sınırlı değil, Hikmeddin annesini kaybediyor ve üvey annesinin yanında öğrenim hayatını sürdürüyor. Hikmeddin’in üvey annesi de Hikmeddin’in okuldan alınmasına onay veriyor. Bu sıra komşuları bu duruma müdahale ediyor ve hiç değilse Hikmeddin’in İlkokulu bitirmesi ve diplomasını alamsı için telkinde bulunuyorlar. 1960’ların Türkiye’sinde bir ilkokul diploması çok önemliydi. Hikmeddin, komşularının müdahalesi sayesinde ilkokula devam ediyor ve diplomasını alıyor ama ortaokula gönderilmiyor.
“Tanelerin samandan ayrılması için Kuzey rüzgarları beklenirdi”
1960’lı yıllarda köy işleri hayvanların ve insanların sırtına yıkılmıştı. Çiftçilik Karasaban ile yapılıyordu. Ekin biçme orak ve Tırpanlarla yapılırken yine, hayvanlarla harmanlara taşınıyordu. Harmana getirilen ekinler, hayvanlara koşulan Döven ile dövülüyor ve sonrasında ise, dövülmüş ekinler rüzgarda savrularak taneler samandan ayrıştırılıyor. Tanelerin samandan ayrılması için Kuzey rüzgarları beklenirdi. Kuzey rüzgarı estiğinde Hikmeddin’in babası Rızo da Harmandaki dövülmüş ekin tanelerini samandan ayırmak için Yabasıyla savurmaya başlamıştı. Rızo bir yandan ekinleri Kuzey rüzgarında savururken bir yandan da çevredeki çocuklardan biriyle karısı Kamile’ye haber yollamak istiyor. Karısı Kamile’nin elekleri getirmesi için bir çocukla haber yollayan Rızo, 4 – 5 yaşlarındaki komşusunun çocuğuyla Kürtçe konuşmaktadır. 5 yaşlarındaki çocuk, Rızo’nun mesajını eksiksiz olarak Kamile’ye götürüyor, çünkü çocukla anadilinde konuşuluyor.
“Melle İkram aydın bir imamdır”
Romanda geçen kahramanlardan biri de Melle İkram’dır. Melle İkram aydın bir imamdır. Kürt toplumunda dinin sosyal etkisi çok fazladır. Din, Kürt toplumunun bütün bir yaşamını dizayn eden güçlü bir etkiye sahiptir. Kürtlerin % 90’ı üzerinde de Şafi mezhebi egemendir. Şafi mezhebi çok ritüelli olmasının yanında çok katı bir mezheptir. Dolayısıyla bu durumu fark eden bazı menfaat grupları da dini kendi çıkarları doğrultusunda absürt bir şekilde kullanama ve istismar etme yoluna gitmişlerdir. Tabii ki, bu tür bir istismarı yapanlar, Şeyhler, İmamlar olduğu gibi bu tür bir yola girmeyen, dini insanların ahlaki ve etik değerleriyle uyumlu olarak ele alan din adamları da vardır. Bu ayrımı yapmak ve tüm din adamlarını aynı kefeye koymamak gerekir. Melle İkram, insanların birbiriyle yardımlaşmasını esas alan bir imamdır ve Melle İkram’ın bu yaklaşımı köyde bulunan ve köylülerin dini duygularını, kendi çıkarları için istismar eden Şeyh Resul, Melle Soro gibilerini de rahatsız etmektedir. Melle İkram’ın köylülere, etik, ahlaki değerler temelinde yaklaşımı, Melle Soro’yu ve onun gibi düşünenleri rahatsız ediyor çünkü bunların köylüleri kendi işlerinde çalıştırmalarının yanlışlığını dile getiriyor. Dolayısıyla, çıkarcı, din istismarcısı bu kimseler, kendi çıkarlarına ters gelen konuşmaları ve davranışları olan Melle İkram’ı ‘Dinsiz Melle’ olarak tanıtarak köylünün gözünden düşürmeye çalışmaktadırlar. Roman, Melle İkram ile din istismarcıları arasındaki bu çatışmayı da çarpıcı diyaloglarla işlemektedir.
“Melle İkram, 1400 yıl önceki İslam dinini dönemin koşullarıyla uyumlu hale getirmeye çalışan biridir”
Melle İkram aynı zamanda İslam dinini, 21. Yüzyılın güncel gelişmelerine göre yorumlayabilme gücüne de sahip biridir. Yani, Melle İkram, 1400 yıl önceki İslam dinini dönemin koşullarıyla uyumlu hale getirmeye çalışan biridir. Melle İkram sadece dini bilgileri aktarmıyor, kendi felsefi yaklaşımlarını da katarak, insanların yaşamını kolaylaştırmaya çalışıyor. Mesela, Melle İkram, eşi ölen bir kadının kendi kaynı ile evlenmeye zorlanmasının yanlış olduğunu söyleyebiliyor. Kendi rızaları dışında bu iki insanın evliliğe zorlanmasına karşı çıkan bir Melle İkram var. Ve Melle İkram’ın bu tutumu hem geleneksel kalıplara hapsolmuş vatandaşlarla hem de Melle Soro gibileri ile çatışma yaşamasını da beraberinde getiriyor. Roman kahramanlarından biri olan ve aynı zamanda Melle İkram ile gençliğinde duygusal yakınlık yaşayan Zeynep’le yaşadığı çatışmalar buna örnektir.
Keskin nişancılığı, Osman’ın trajedisine yeni halkalar ekliyor
Soyadı Kanunundan önce insanların isimleri, anne babalarının isimlerinin yanında söylenirdi. Romanda adı geçen Kamil’e Hıdo bunlardan biridir. Kamil, Zeyneb’in zorla evlendirildiği eşi ve oğlu Osman’ın babasıdır. Osman, çok yakışıklı, uzun boylu, köyde çok dikkat çeken bir gençtir. Küçük yaşta babasını kaybeden Osman, ailenin en büyük çocuğu olarak evin bütün yükünü omuzlamak zorunda kalmıştır. Osman, askerlik çağı geldiğinde istemeyerek de olsa askere gider. Osman askerdedir ve çok iyi silah kullanan, keskin bir nişancıdır. Osman’ın taburunda her ay geleneksel olarak atışlar yapılmakta ve dereceye girenlere ödüller verilmektedir. Erken terhis, para ödülü, çarşı izni vs… ödüller veriliyor. Osman’ın Komutanı olan Binbaşı Kubilay’ın da hayat hikâyesi ilginçliklerle doludur. Ayrıca, kendisi de sonradan kültürel olarak Türkleşmiş biridir. Binbaşı Kubilay, aşırı bir Türk milliyetçisidir ve Türk olmayanlara karşı da nefret derecesinde duygulara sahiptir. Binbaşı Kubilay, askerler arasında yapılan atış yarışmasını izliyor ve Osman’ın atışları dikkatini çekiyor. Atışlar bittikten sonra Binbaşı Kubilay, ilk üçe giren askerlere nereli olduklarını soruyor. Birinci sıradaki Osman, Diyarbakırlı, ikincilik kazanan asker Vanlı, üçüncü olan asker de Karslı olduklarını komutana söylüyorlar. Bu durum Binbaşı Kubilay’ı çok rahatsız ediyor ve emri altındaki subay’a dönerek; ‘Bu tabur’da attığını vuran bir Türkoğlu Türk biri yok mu ?’ diye soruyor. Subay ise, atışların herkese açık olduğunu ve başarılı olanların da bunlar olduğunu söylüyor. Ve romanda Osman’ın askerde yaşadığı trajedide böylece başlamış oluyor.
“Ensest ilişkiler ile ensest tecavüzler birbirinden farklıdır”
Romanda belli başlı 4 ana konu var ve bu konulardan biri de ensest tecavüzlerdir. Ensest’in bilimsel anlamı şudur: Hukuki, etik, toplumsal ve ahlaki olarak birbirleriyle nikâhları kıyılamayan insanların her türden cinsel ilişkileridir. Tabii ki, ensest ilişkiler ile ensest tecavüzler birbirinden farklıdır. Bazı toplumlarda çok nadir de olsa rızaya dayalı ensest ilişkiler yaşanabilmektedir. Fakat ensestin büyük bölümü, % 90’ın üzerinde olan bölümü şiddete, kandırmaya, tehdide ve zorlamaya dayalı olarak gerçekleşmektedir. Bu konu çok can sıkıcı bir konu olduğu için genelde hem bilimsel platformlarda hem de toplusal alanda bu işi görmezden, duymazdan ve bilmezden gelindiğini görüyoruz. Ve bu yok sayma da geri kalmış toplumlarda aşiret namusunu, aile namusunu koruma Saikleriyle yapılıyor. Fakat gelin görün ki, bu olayın mağdurları çok büyük bir trajedi ile karşı karşıya kalıyorlar. Ensest kurbanlarının duyguları parçalanıyor, hayattaki bakışları değişiyor, yaşamdan hiçbir şekilde zevk alamıyorlar, iş yaşamlarında dikkatsizlikler yaşıyorlar ve hayatları zindana dönüyor.
“Ensest tecavüzler biz doktorlara anacak bir hamilelik durumunda yansıyabiliyor”
Bir hekim olarak bu tür vakalarla bire bir karılaştığım için onları anlama konusunda bir avantaja sahibim. Bir kadın hastalıkları uzmanı olarak bu mağdurlarla karşılaşıyorum. Bu mağdurlar, genelde anneleri ya da ablaları tarafından getiriliyorlar ve kızlarının birkaç aydır adet görmediklerini söylüyorlar. Tabii ki, ensest tecavüzler biz doktorlara ancak bir hamilelik durumunda yansıyabiliyor. Hamilelik olmadığında bizim de bu tür vakalardan haberimiz olmuyor ve bu trajedilere tanık olamıyoruz. Romanda birkaç kişinin yaşadığı bu ensest trajediler çok detaylı bir şekilde anlatılmaktadır. Tabii ki, bu trajediler anlatılırken gerçek kimlikler ve olayın geçtiği yer, zaman, mekân farklı yansıtılır. Ayrıca, ensest tecavüzlere uğrayan kadınlar ve kızlarla sınırlı değil, erkek çocukları da ensest tecavüzlere maruz kalmıştır. Bu büyük bir dram ve trajedidir. Ensest kurbanlarının yaşadıkları ve içinde bulundukları duyguları, huzursuzlukları romanda okuduğunuzda bu durumun ne kadar trajik, ne kadar öldürücü, yok edici, parçalayıcı bir durum olduğunu daha iyi anlayabileceksiniz.
“Ben topluma bir ayna tuttum ve yaşananları göstermeye çalıştım”
Ben topluma bir ayna tuttum ve yaşananları göstermeye çalıştım. Zaten romanlar olayın nedenlerini, niçinler'ini araştırmaz, bu romanın konusu değildir. Roman, yaşananları, yaşandığı ve yaşanabileceği şekilde topluma sunar. Bu romanda da dedim ki, ey toplum, ey devlet, ey ileri gelenler bu soruna bir dikkat edin, bu konuyu bir inceleyin. Bu konunun bilimsel inceleme alanı Antropoloji ve Psikanaliz’dir. Bu alanlarda uzman olanların bu konu üzerinde durmaları lazım. Ben bir kadın doğum uzmanı olarak meslek hayatımda karşılaştığım ensest tecavüz vakarlına sadece bir ayna tuttum.
“Aile, aşiret ya da toplum namusunu koruma Saikleriyle mağdur cezalandırılıyor”
Benim bir birey olarak da bir hekim olarak da anladığım kadarıyla bu tür vakaların bir etnisitesi, bir dini aidiyeti, inanç topluluğu, kültürü falan yoktur. Bütün dinlerde, bütün etnisitelerde, kültürlerde, bütün toplumlarda ensest olayı yaşanıyor. Fakat bazı toplumlarda ve bazı zamanlarda daha çok yaşanabiliyor, örneğin savaşlarda, yoğun bir şekilde yerini yurdunu terk etmiş, sığıntı hale gelmiş hallerde daha sık yaşanıyor. Gelişmiş toplumlarda ensest vakalarının açığa çıkma oranının yüksek olması orada insanların kendini ifade etme kanallarının açık olması ve oralarda bu tür vakalara sahip çıkan sivil toplum örgütlerinin varlığıyla ilişkilidir. Geri kalmış toplumlarda ise, bu tür vakalar bastırıldığı için, bu tür durumların bedeli de faile değil, mağdura ödetilmektedir. Aile, aşiret ya da toplum namusunu koruma Saikleriyle mağdur cezalandırılıyor.
“Okuyucularımın eleştirilerine, önerilerine ve düzeltmelerine açığım”
Bu romanın devamı olacak, zaten kitabın üzerinde de yazıyor: ‘Kimlik Trajedileri ve Derin Tabular – 1’ Yazarlığa yeni başladığım ve edebiyatçı olmadığım için bu ilk kitabımın birçok eksiği ve hataları olabilir. Bu konuda okuyucularımın eleştirilerine, önerilerine ve düzeltmelerine açık olduğumu ve bundan büyük memnuniyet duyduğumu belirtmek isterim.”
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.