Kobani’de çay…
Cevat KORKMAZ(Gazeteci-Siyasetçi) - Mehmet ASLAN (Ekonomist)
TİGRİS HABER- Gazeteci-Siyasetçi (DEVA Partisi Şarköy ilçe Başkanı) Cevat korkmaz, Ekonomist Mehmet Aslan, Suriye’deki gelişmeleri analiz etti. DAEŞ, HTŞ, SMO, PYD, YPG ve Kobani ekseninde ve Suriye genelinde Türkiye’nin rolünün ne olduğunu detayları ile okuyucularımız için derledi.
23 Aralık’ta Şam'da bir araya gelen Dışişleri Bakanı Fidan ile HTŞ lideri Ebu Muhammed El Colani, ya da kendisinin yeni tercihine göre Ahmet Eş-Şara ile basına yaptıkları ortak açıklamanın ardından Kasyun Dağı'na çıkarak Şam manzarasına karşı çaylarını yudumlayarak sohbet ettiler. Tahmin edildiği gibi içilen çay qaçax değil. Öyle olsaydı farklı ittifakları konuşabilirdik.
Türkiye’nin Suriye’yle ilgili çok sayıda politika seçeneği var. Bu seçenekler genellikle “senaryo” olarak adlandırılır ve öncelik sırasına göre alt alta dizilir. Türkiye’nin Suriye konusunda kendi önceliklerine göre oluşturduğu muhtelif sayıda “iyi senaryo” ve “kötü senaryo” vardır. Hangi senaryonun tercih edileceği politik öncelikler, çıkarlar, stratejik yaklaşımlar, dönem gereği oluşan fırsatlara bağlıdır.
Suriye’de Türk-Kürt İttifakı Mümkün mü?
Suriye’de Türk-Kürt ittifakı barış sürecinde raftan indirilen senaryolardan biriydi. Bizim görüşümüze göre daha rasyonel, daha efektif, aynı zamanda Türkiye’nin batı ittifakı içerisinde kalma tercihini gösteren bir senaryoydu. Kürt muhalefetiyle görüşmelerin başladığı dönemde, Ak Parti eş zamanlı olarak IŞİD’e yakın duruyordu. O dönemin psikolojisini hatırlayın; IŞİD bir anlamda Türkiye’yi ikinci merkez olarak görüyor, İstanbul ve Gaziantep’te örgütlenme çalışmaları yürütüyordu. Özellikle Gaziantep, Türkiye’ye yönelik faaliyetlerin kumanda merkezine dönüşmüşken IŞİD’in istihbarat yapılanması (AMNİ), gencecik insanların katledildiği 10 Ekim 2015 Ankara Gar saldırısıgibi kanlı terör saldırılarını Gaziantep üzerinden koordine ediyordu.
10 yıl önce Suriye’de yakalanmış olan Türk-Kürt ittifakı, geçen yılların deneyimlerine dayanarak yeniden inşa edilebilir. Bunun mümkün olduğunu söyleyebiliriz. Taraflar arasında sağlanan işbirliği ve diplomasi IŞİD’in Kobani’ye yönelik işgal girişimiyle tam olarak çökmüştü. 10 yıl sonra bugün Kobani’de bir dejavu yaşanıyor. Aradaki en önemli değişiklik; IŞİD misyonunun SMO tarafından üstlenilmiş olmasıdır.
Her şeye rağmen Suriye’de ittifak mümkün. Bunun için tarihin doğru tarafında olmak ve geçmişteki hataları tekrarlamamak gerekiyor.
Tarihin doğru tarafında olmak, aynı zamanda insanlıkla saf tutamak anlamına gelir.
Nazım Hikmet’in şiirinde dediği gibi;
“Henüz vakit varken, gülüm,
Paris yanıp yıkılmadan,
henüz vakit varken, gülüm,
yüreğim dalındayken henüz”
Evet, henüz vakit var ve aynı acıları yaşamanın bir anlamı yok. Kaldı ki geçmişte yaşanılan acıların ötesine de geçilebilir.Olasılığı düşük olsa da işbirliği şansı var; ancak Türkiye bunun olmaması için gerekçelerini çoğaltmaya başladı.
Türkiye’nin gerekçeleri şöyle sıralanabilir:
- PYD terör örgütüdür.
- IŞİD tehdit olmaktan çıkmıştır.
- PYD/YPG silah bırakıp, kendini lağvetmeli.
- Sınırlarımın güvenliğini korumalıyım.
- İsrail tehdidinekarşı önlem almalıyım
Türkiye’nin bu gerekçelerin tamamı için yeni politika doğrultuları oluşturulabilir.Zamanı geldiğinde terör örgütü denilen yapılarla müzakere de yapılır, işbirliği de geliştirilir. Bunu da en iyi Türkiye bilir. 29 Ağustos 2018 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan 50 sayılı Cumhurbaşkalığı Kararının “c” bendi paylaştığımız linkte duruyor.RG’den alınan aşağıdaki tabloda görüldüğü gibi Türkiye terör örgütü kabul ettiği Al-Nusra’dan dönüşen HTŞ’yi de terör örgütü olarak güncellemiş.
Denilebilir ki, 2018’den bu yana çok şey değişti. Evet, köprünün altından çok sular aktı ama Türkiye terör örgütü olarak kabul ettiği HTŞ’nin bu statüsünü henüz değiştirmedi. İbrahim Kalın ile Colani’nin Emevi Camii’ndeki Cuma namazı ya da Hakan Fidan ile Colani’nin Şam’ın Kasyun tepesindeki çay merasimine rağmen HTŞ, Türkiye için resmi olarak halen terör örgütü statüsündedir.
Bu tip hassas konularda devletlerin refleksleri ile halkın tepkileri birbirinden farklı olabilir. Önemli olan “halk” olarak nitelendirilen kitlenin rızasını üretmektir. Özellikle “rıza almak” değil, Antonio Gramsci’ye atfen “rıza üretmek” kavramını tercih ettik. Gramsci şunu diyor; entelektüeller, kanaat önderleri, gazeteciler ve sanatçılar gibi gruplar üzerinden “rıza oluşturulur”,hegemonya ise sözde bu “halk rızası” üzerine inşa edilir.
Gramsci’nin “rıza” kavramının üzerinden neredeyse 90 yıl geçmiş. Ve zaman onun söylediklerini çok fazla doğrulamış durumda. Sadece aktörlerin ağırlığının değiştiğini söyleyebiliriz. Gramsci genel olarak toplumun fikirlerini değiştirme gücüne sahip kanaat önderlerinden bahseder, ancak bugün terazinin ağır basan tarafında sosyal medya platformları var. X’de, Facebook’da, Instagram’da ve çok sayıda diğer platformlarda “halk” denilen kitlenin fikirlerinin yoğrulması, biçimlendirilmesi, buradan da Gramsci’nin ifade ettiği “rıza üretme” aşamasına geçilmesi çok daha kolay, çok daha zahmetsizce gerçekleştirilebiliyor.
Özetle, devlet tarafından herhangi bir yapı “terörist” olarak nitelendiriliyor ve bu konuda halk öfke biriktiriyorsa, bu duygunun tersine çevrilmesini sağlayan çok fazla mekanizma var. Bu sadece bizim ülkemizde değil, benzer sorunları yaşayan başka ülkelerde de böyledir. Mesela Kolombiya devleti ile FARC gerillaları arasında yaşanan çatışma süreçlerinin barışa evirilmesi oldukça ilginçtir. FARC (Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri) ve Kolombiya olarak baştan adını koymasaydık, yazdıklarımızın Türkiye-PKK sürecine ilişkin oluğu sanılabilirdi.
Öncelikle şunu söylemek gerekir; devletler ve örgütler arasında yaşanan barış süreçleri son derece çetin geçer ve çoğunlukla da arka kapı diplomasisi olarak yürütülür.
1980 ile 2000 yılları arasında FARC ile Kolombiya arasında 7 kez müzakere girişimi yaşandı. İlk yedisinde kazanılan deneyim, 2011 yılındaki sekizinci görüşmeyi diplomasi kıvamına dönüştürdü. Bu kıvama gelmesi hiç kolay değildi. 52 yıl süren çatışma döneminde;
220 bin kişi yaşamını yitirdi,
6 milyon kişi zorunlu göçe tabi tutuldu,
Devlet destekli paramiliter grupların saldırısında aralarında sendikacılar, aydınlar, siyasetçiler, gazetecilerin olduğu 10 bine yakın insan öldürüldü, bu cinayetlerin çoğunun failleri belirlenemedi.
Ne kadar aşinayız bu sürece değil mi?
2010 yılında Kolombiya toplumunda yükselen milliyetçilik ve FARC karşıtlığı üzerinden seçimleri şahin politikacı olarak nitelendirilen Juan Manuel Santos kazandı. İktidarının ilk yıllarında FARC’a yönelik operasyonları yoğunlaştırdı. Ancak kısa bir süre sonra da FARC ile gizli görüşmeler başladı.
2011’den 2012’ye geçen 1 yıllık süre içerisinde ortalama Kolombiyalı vatandaşının bilincine barış düşüncesi ekilmeye başlandı. Bunun için, bizdeki “akil insanlar” sürecini benzer kampanyalar gerçekleştirildi. Daha önce gizli yürütülen görüşmeler bizzat Santos’un açıklaması sonrasında kamuoyuna açık yapılmaya başlandı.
Kamuoyuna açık yapılan görüşmelerde devletin FARC’tan ilk talebi tek taraflı ateşkes ilan etmesini istemek oldu. Tahmin edeceğiniz gibi “tek taraflı ateşkes” konusunda uzlaşma sağlanmamış olsa, Santos görüşmeleri kamuoyuna duyurmayacaktı.
Santos’un çağrısı sonrasında FARC tek taraflı ateşkes ilan etti ve zaman zaman yaptığı çağrılarla devletin de ateşkes ilan etmesini istedi; ancak Kolombiya devleti 2016 yılına kadar bu çağrılara itibar etmedi. 2012-2016 arasında geçen 4 yıllık süre içerisinde FARC ile devlet arasında bazı restleşmeler yaşandı, provokatif olaylar gerçekleşti ve ateşkesin ihlal edildiği zamanlar oldu ama taraflar müzakere masasını devirmedi.
Şimdi size çok tanıdık gelen başka bir detaydan bahsedeceğiz;
Kolombiya devleti ve FARC arasında gerçekleşen resmi formattaki ilk görüşmeler Norveç’in başkenti Oslo’da yapıldı. O nedenle yapılan bu ilk resmi temas “Oslo Görüşmesi” olarak adlandırılır. Görüşmeye Kolombiya devleti adına üst düzey askeri temsilciler ve istihbarat yetkilileri katılırken, FARC adına da üst düzey siyasi temsilciler katıldı.
2012-2016 arasında çok önemli kırılmalar da yaşandı. Hem devlet, hem de örgüt içerisinde barış görüşmelerine muhalefet eden kesimler vardı. FARC’ın kendi kamplarına yaklaştıkları gerekçesiyle 11 askeri öldürmesiyle barış süreci zora girmesine rağmen garantör ülkeler Küba ve Norveç’in girişimleriyle yola devam edildi ve 2016’da silahlar karşılıklı olarak gömüldü.
Suriye’de yaşanan gelişmeler üzerine Türkiye’nin yeniden pozisyon aldığı dönemde FARC ile Kolombiya arasında yaşanan süreci yeniden hatırlatmak istedik. Sadece Kolombiya-FARC arasında yaşananlar değil;
IRA-İngiltere
ETA-İspanya
LTTE (Tamil Kaplanları)-Sri Lanka arasında yaşananlarda da benzer süreçler olduğu görülecektir.
Barış sürecinde FARC-Kolombiya ilişkisinde olduğu gibi Türkiye’nin de çözüme yaklaştığı zamanlar oldu. Ancak taraflar arasındaki ilk rauntta süreç doğru yönetilemedi. Gücü bu ölçüde kendisinde konsolide etmiş Erdoğan gibi bir profilin elini rahatlatacak politikalar geliştirilebilirdi. İlk rauntta bunlar yapılamadı ne yazık ki. Ancak IRA-İngiltere, FARC-Kolombiya, ETA-İspanya örneklerinin de gösterdiği gibi çatışmalı süreçlerin tek rauntta çözülmesi kolay değil.
KOBANİ’DE ÇAY…
IŞİD tehdit olmaktan çıktı mı?
Amerika ve Avrupa’nın SDG’ye yönelik pozitif yaklaşımını büyük ölçüde IŞİD’e karşı yürütülen direnişle ilişkilendirir. Bu nedenle, özellikle son günlerde Türkiye’nin “IŞİD tehdit olmaktan çıktı” eksenli bir resmi görüşü oluşmaktadır.
Şu anda SDG kontrolündeki 7’si standartlara uygun cezaevi, 20’si iptidai koşullara sahip “gözaltı merkezi” denilen toplam 27merkezde 8 bin-10 bin arası IŞİD mensubu tutulmaktadır. Bunun dışında savaşta yaşamını yitiren, cezaevinde veya firarda olan IŞİD’lilerin aileleri ve çocukları ile bilfiil savaşa katılmamış sempatizanların yaşadığı kamplar bulunmaktadır. Bunlar içerisinde en büyüğü Haseke’nin doğusunda, Irak sınırına yakın noktadaki El Hol (Al-Hawl) kampıdır.
El HolKampından görünüm:
Mazlum Kobani’nin deyimiyle El Hol kampı tam bir saatli bomba. Fotoğrafta görülen çadır kentin tamamı UNHCR (Birleşmiş Milletler Yüksek Komiserliği) tarafından kurulmuş, gıda desteği, sağlık-ilaç desteği ve diğer ihtiyaçlar da yine uluslararası kuruluşlar ve ABD tarafından karşılanıyor. Birleşmiş Milletler 2022 yılı verilerine göre kampta yaşayanların sayısı 64 bin 373 kişi. Bu sayının yaklaşık 45 bini kadın ve çocuklardan, 20 bine yakın erkeğin ise aktif olarak IŞİD saflarında savaşmamış, sempatizan olarak nitelendirilecek kişilerden oluştuğu belirtiliyor. Kampın dış kontrolü, güvenliği ve yönetimi SDG tarafından sağlanıyor, ancak kamp sakinleri tarafından oluşturulmuş paralel bir yönetim de var. Hatta kamptaki kadınların kurduğu ve “El Hısbe Teşkilatı” adı verilen bir ahlak polisi yapılanması var. SDG zaman zaman kampa yönelik operasyonlar düzenleyip, çok sayıda silah ele geçiriyor, bazen de çatışmalar yaşanıyor. Bu yaşananlardan dolayı Suriye İnsan Hakları Gözlemevi, El Hol kampı için “IŞİD Devletçiği” tabirini kullanıyor.
Kamplarda yaşanan olaylar Mazlum Kobani’nin “saatli bomba” tezini doğruluyor. Geçen yıl alınan bir ihbar üzerinde SDG tarafından kampa yapılan baskında IŞİD komuta kademesine mensup Ebu Ubeyde El Iraqi öldürülmüştü. Yine 11 Kasım 2024’te yapılan operasyonda, kampa sızan 10 IŞİD militanı yakalanmıştı.
Cezaevi ve kamplardan sorumlu SDG mensuplarının işi hiç kolay değil. Tam anlamıyla “alsan alınmaz, satsan satılmaz” bir durum var. Kamplarda kalanların çoğu fena halde radikalleşmiş bireylerden oluşuyor. Tam anlamıyla toksik bir ideoloji hüküm sürüyor. SDG’nin kamplarda yaptığı kontrollerde, sorgulanmış, işkence edilmiş cesetlere rastlanabiliyor. Uluslararası Af Örgütünün (Amnesty International) 2024 yılında yayımladığı “Kuzeydoğu Suriye’de Gözaltından Adaletsizlik, İşkence ve Ölümler” isimli raporda IŞİD kamplarında yaşanan insanlık dışı muamele ve kötü koşullar için SDG’ye yönelik ciddi eleştiriler var. Hangi gerekçelere dayandırılırsa, dayandırılsın SDG’nin kamplara, gözaltı merkezleri ve cezaevlerine yönelik insani tutumdan ve davranışlardan uzaklaşmasının kabul edilemeyeceğini, bu makalenin yazarları olarak ifade etmek isteriz.
Son günlerde kamplardaki sayının 40 bin civarına indiği söyleniyor. HTŞ’nin Şam’ı ele geçirmesinden sonra kontrollü olarak kamplarda boşalma yaşanmaya başladı. Bu konuda HTŞ ile SDG arasında arka kapı diplomasisi yürütüldüğü muhtemeldir. Özellikle kamplardaki Suriye uyrukların pazarlığa konu olduğu söylenebilir. Bir yandan bu gelişmeler yaşanırken Iraklı ve Suriyeli olmayan yabancı uyruklu kişiler sorun olmaya devam ediyor. El Hol kampındaki yaklaşık 8 bin yabancı ülke uyruklu bireyler için henüz somut bir girişim olmadığı söylenebilir. Yoğunluk açısından bakıldığında ilk sırada Fransız, Alman, Belçika, İsveç vatandaşlarının çoğunlukta olduğu görülmekte ama ilgili ülkelerin çoğu bu insanları vatandaşlıktan çıkartmış durumda. Bu kilitlenme hali kamplarda insani koşullardan uzaklaşılmasına da yol açıyor. Temiz su ve altyapı sorunu, bulaşıcı hastalıklarda artış gibi temel sağlık sorunlarının en az asayiş kadar önemli olduğu anlaşılıyor. Bir kez daha vurgulamakta fayda var; Hakan Fidan’ın kolay yoldan sarf ettiği “herkes DAİŞ’lisini alıp gitsin” cümlesinin uygulanma olanağı yok gibi.
Kampta kalanların çoğunluğu kadın ve çocuklardan oluşsa bile bu insanlar resmen persona non grata (istenmeyen kişiler) konumundalar. Bu durumda kime “DAİŞ’lini al git” diyeceksiniz. İngiltere ve Danimarka gibi ülkeler kendi vatandaşlarının evliliğinden olma yetim çocukları ya istemiyor, ya da alırken bile zorluk çıkartıyor. Bu son derece paranoid bir durum ama bu algıyı kısa sürede değiştirme şansı yok.El Hol dışında Roj ve Ayn İsa dahil toplam 17 kampın her biri ayrı bir dert.Sadece kampların değil, cezaevlerinin kontrolü de ciddi bir sorun oluşturuyor.
2019 yılında IŞİD’in tamamen yenildiği dünyaya ilan edildi. Bu açıklamadan 3 yıl sonra 2002’de IŞİD, tarihin en kanlı hapishane baskınlarından birini gerçekleştirdi. Bu saldırının detaylarına bakmakta fayda var. Öncelikle tamamen bitmiş denilen IŞİD’in bu seviyede bir saldırı düzenlemesi ve saldırının nispeten başarılı olmasının arka planda güçlü bir organizasyon olduğu anlaşılıyor. Bu saldırıyı “IŞİD’in uyuyan hücreleri” diye geçiştirmek mümkün değil.
Sina Cezaevi saldırısı sonrası
Sina cezaevi saldırısı 20 Ocak 2022 tarihi akşamın ilerleyen saatlerinde başladı. Sina 5 bin civarında tutuklunun bulunduğu en büyük cezaevi olarak biliniyor. IŞİD saldırısından birkaç saat önce hapishanenin kuzey kanadında bir kargaşa başlatılıyor. Dikkatlerin iyice dağıtılmasının ardından bomba yüklü iki kamyon hapishanenin güney tarafındaki ana girişine intihar saldırısı yapıyor. SDG ilk anda cezaevi içindeki kontrolü büyük oranda kaybediyor. Tutuklular cephaneliği ele geçirirken, patlamanın hemen ardından yaklaşık 100 kadar tam teçhizatlı IŞİD mensubu dışarıdan cezaevine saldırı başlatıyor. 20 Ocak’ta başlayan saldırı ve çatışmalar 30 Ocak tarihine kadar 10 gün devam ediyor. Cezaevinden kaçmayı başaran yaklaşık 1500 kişiden, 1100 yeniden yakalanırken 400’ünden haber alınamıyor. 10 günlük bilançonun sonunda yaklaşık 350’si IŞİD, 150’si SDG’li olmak üzere 500 kişi yaşamını yitiriyor.
IŞİD kesinlikle bir tehdit olmaya devam ediyor.
Bu kanaatimizi güncel veriler ve gelişmelere dayandırmak mümkün. Özellikle son günlerde HTŞ’nin Hama, Humus, Tartus ve Lazkiye’de başlattığı ve kısa sürede Nusayri (Alevi) avına dönüşen“Esad yanlısı militanlara operasyonda” IŞİD arması taşıyan HTŞ’li askerlerin görüntüleri sosyal medyaya yansımıştı. Bu görüntüler HTŞ ile IŞİD’in yan yana durmaktan rahatsız olmadıklarını gösteriyor. Takım elbise ve kravatla cihadi yapıları dönüştürmek mümkün değil. “Her şey aslına rücu eder” demenin bir anlamı da yok, çünkü aslından uzaklaşmış olan bir yapıdan henüz söz edemeyiz.
2 gün önce İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar ilginç bir açıklama yaparak: "Suriye'deki yeni hükümet İslamcı ve terörist bir çetedir. Dünya onları yeni ve istikrarlı bir hükümet olarak görmek istiyor çünkü ülkeler kendi topraklarındaki mültecileri Suriye'ye geri göndermek istiyor.“dedi. Mesele bu açıklamaya katılmak, ya da katılmamak değil; İsrail üst yönetiminden gelen bu açıklamanın ABD tarafından Suriye’deki yeni rejimi tanımlamada referans alınacak olmasıdır.
Amerika ve Avrupa’nın HTŞ ile belirli ölçülerde diplomatik ilişki yürütülmesi, aynı zamanda neye dönüşeceği belli olmayan bu yapının kontrol edilmesi amacını da taşımaktadır. Türkiye’nin HTŞ’ye yaklaşımında bu düzeyde bir profesyonellikolmadığı görülüyor. MİT başkanı ile Emevi Camii şovu, Dışişleri Bakanıyla Kasyun tepesi muhabbetti tam anlamıyla “naber kanka” kıvamında gidiyor. Öncelikle bu amatörlükten uzaklaşmak gerekiyor.
Ankara 2013 yılında başlattığı PYD ile müzakerelerden istediği sonucu alamayınca Kürt özerklik stratejisine karşı Suriye’deki selefi ittifaka angaje olmuştu. Bu süreçte Türkiye’nin batıdaki algısını ciddi olarak sarsan gelişmeler yaşandı. ABD ve NATO’nun bütün diplomatik girişimlerine ve baskılarına rağmen, dönemin Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu 11 Eylül 2014’te IŞİD’e karşı ortak hareket bildirisini imzalamadı. Tabi ki bu tercihin arkasında Erdoğan’ın iradesinin olduğu herkesin malumuydu.
Batı kamuoyunda Erdoğan’ın IŞİD’e ve Kürtlere ilişkin politikasına mizahi bir yaklaşım
Türkiye’nin bu direnci IŞİD’in Türkiye’nin Musul Konsolosluğunu işgal etmesi ve 3 ayı aşkın süre konsolosluk çalışanlarını rehin tutmasıyla değişmiş oldu.
Hem Türkiye devleti, hem de Ak Parti içerisinde yer olan bazı kesimler Türkiye’nin yanlış bir ittifakta ısrar ettiğinin farkındalardı. Abdülkadir Selvi 7 Temmuz 2014 tarihli köşe yazısında, bir devlet yetkilisine dayandırarak şunları yazmıştı: "PYD ile uzlaşmak mümkün. IŞİD ile PYD arasında çok büyük fark var. PYD'nin rasyonel ve muhatap alınabilecek bir aktör olduğunu düşünüyoruz. Rasyonel davranırsa uzlaşmak mümkün"
Abdulkadir Selvi’nin yazısı, devlet içerisinde IŞİD yerine, PYD ile uzlaşmanın tercih edilmesi gerektiğine inanan güçlü bir damarın olduğunu gösteriyordu. Buna rağmen tercihler IŞİD lehine kullanıldı. Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirliği gibi ülkeler IŞİD’e karşı oluşturulan koalisyona destek verip, içinde yer almalarına rağmen, Türkiye ilk etapta bu koalisyona dahil olmakta isteksiz davrandı.
Uluslararası Koalisyon, IŞİD’in Haziran 2014’de Irak’ın ikinci büyük vilayeti Musul’a saldırması ve Irak topraklarının üçte birinin kontrolünün ardından ülkelerin askeri, istihbari ve lojistik destekleriyle Eylül 2014'de kuruldu. İlk etapta 20 civarı ülkeyle başladı, daha sonraki katılımlarla bu sayı 60’a ulaştı. Afrika’dan katılımlarla 87 ülkenin dahil olduğu yapı insanlık tarihindeki en büyük ittifaklardan birine dönüştü.
PYD/YPG silah bırakıp, kendini lağvetmeli mi?
Silah bırakma işini sadece PYD/YPG’den beklerseniz bunun adı “Kürt fobisi” olur. Meşruiyet meselesi üzerinden bakılırsa Birleşmiş Milletler tarafından, dolayısıyla BM’ye üye 193 ülke tarafından terör örgütü olarak kabul edilen HTŞ’yle, sadece Türkiye tarafından terör örgütü kabul edilen PYD’yi kıyaslamak gerekecektir. Koşulların değiştiği ABD, BM temsilcisi ve AB adına kurulan temaslar sonrasında HTŞ’nin terör listelerinden çıkartılarak meşruiyet kazanacağı düşünülse de bunun teknik olarak mümkün olmadığını söyleyebiliriz. BM Güvenlik Konseyi’nin de terör örgütü olarak kabul ettiği HTŞ’nin terör listesinden çıkabilmesi için Konsey üyelerinin tamamının onayına ihtiyaç var. Veto hakkına sahip üyelerden Rusya’nın “hayır” demesi bile bunu imkânsız kılıyor.
Önümüzdeki süreçte HTŞ önderliğinde bir ulusal konferans düzenlenmesi bekleniyor. Böyle bir konferansta HTŞ kendisini feshettiğini duyurarak yeni bir oluşuma dönüşebilir. Adını da mesela;HTŞ (Heyet Tahrir El-Şam) yerine HTS (Heyet Tahrir El-Suriye) yapabilir…
Bütün bu olasılıklar havada uçuşurken ve lejyoner yapıdaki devşirme ordu SMO’nun kendini lağvetmesi tartışılmazken bunu PYD’den beklemek, başta da belirttiğimiz gibi Kürt fobisinden kaynaklı olabilir. Varsayalım ki PYD kendisini lağvetti, silahlarını teslim etti. Peki, bunun sonrasında ne olacak? Sayısı 100 bini bulan bir yapıdan söz ediyoruz. Bu yapı SDG vasıtasıyla IŞİD kampları ve cezaevlerini kontrol ediyor. Buralarda oluşan boşluk nasıl doldurulacak? Türkiye, tam bir devşirme yapıya sahip olan SMO üzerinden mi buraları kontrol edecek? Türkiye bu kaprisli siyasetini, reel politikayla ikame etmenin yollarını bulmalıdır. 10 yıl öncesinde IŞİD’le kurulan ittifakların Türkiye açısından yarattığı sonuçlar ortadayken, bugün SMO eksenli hesapların da aynı kapıya çıkacağı görülüyor.
Türkiye televizyonlarında, ellerindeki uzun çubuklarla Suriye haritasına şekil vermeye çalışanlar hep bir ağızdan PYD’nin silah bırakmasını tekrarlarken, eş zamanlı olarak da SMO’nun Kobani’yi batı ve doğu yakasından kuşatmasını görmezden geliyorlar.
Varsayalım ki, Erdoğan’ın “Kobani düştü, düşüyor” sözünü doğrulatmak için Türkiye bütün lojistik olanaklarını SMO lehine kullanarak Kobani’nin düşmesini sağladı ve bu da olası bir erken seçim öncesine denk getirildi. Ve yine varsayalım ki bu durum Ak Parti’nin seçimi kazanmasına vesile oldu. Böyle bir senaryo Türkiye’nin hangi çıkarlarına hizmet edecek? SMO gibi belirli bir ideolojisi olmayan, ganimetçi ve çeteleşmiş bir yapı Türkiye’ye ne kazandıracak?
24 Temmuz 2020 tarihinde Erdoğan’ın Ayasofya camiinde namaz kılması, hatta Kuran okuması en fazla 1, 2 ay ortalama insanın gündeminde kalabilmişti. Önümüzdeki günlerde Erdoğan’ın Emevi camiinde Cuma namazı kılacak olması da en fazla 2, 3 ay gündemde kalacaktır. Hatta buradan Recep Tayyip Erdoğan için “Şam Fatihi” veya “Suriye Fatihi” gibi bir retorik üretmenin de Türkiye’ye hiçbir faydası olmayacaktır. Bu tarz sembolik kurgular ülkenin ulusal çıkarlarına, refahına, ekonomik gelişmesine, sanayiye, tarıma, ilerlemeye, vatandaşların mutluluğuna nasıl katkı sağlayacak?
HTŞ Suriye’nin meşru yönetimine dönüşecekse PYD’nin ulusal orduya entegre edilmesi mümkün olabilir; ancak SMO gibi devşirme bir yapı kontrol altına alınmayacaksa olacak olan yegane şey, Kürt halkı için yeni acılar ve yeni kırımlara zemin hazırlanmasıdır.
Salih Müslim BBC’ye verdiği mülakatında; HTŞ'yi Suriye'nin parçası olarak gördüklerini ve onlarla diyaloga hazır olduklarını söylerken, SMO’yu da “Kürt düşmanlığıyla” suçlamaktadır. Müslim’in açıklamalarından, SMO vasıtasıyla tehdit sürdüğü müddetçe PYD’nin silah bırakmayı gündemine almayacağı anlaşılıyor.
KOBANİ’DE ÇAY…
Türkiye’nin Kürt muhalefetine mesafeli durmasının diğer bir gerekçesini de “sınır güvenliği” oluşturmaktadır.
Suriye'de 27 Kasım'da 'Saldırıyı Püskürtme' adını verdikleri bir harekât başlatan ve 8 Aralık’ta başkent Şam’ı alan HTŞ liderliğindeki İslamcı grupların arkasındaki en büyük desteğin Türkiye’den geldiği herkesin malumu. ABD ve Avrupa basınında “Suriye’de kazananlar-kaybedenler” başlığıyla yapılan çok sayıda analiz Türkiye’yi kazananların, İran’ı da kaybedenlerin ilk sırasına yerleştiriyor.20 Ocak’tan itibaren Amerika’yı yönetecek olan Trump’ın “Esad rejiminin devrilmesinin arkasında Türkiye var” demesi ve SMO’yu kastederek, Suriye’de güçlü bir ordu kurduğunu söylemesi de Türkiye’nin stratejik kazançlarını teyit etmektedir.
İlk etapta “Suriye’nin kazananı” olarak kabul edilen Türkiye’nin SDG/PYD’yi kendisi veya sınırları için tehdit görmesi gerçekçi değil. Bu makalenin yazarları olarak bizler de Türkiye’nin Suriye’de güçlü bir stratejik konum elde ettiğini ve ülkenin geleceğinde söz sahibi olduğunu görmekteyiz, ancak önemli bir kısmı yabancı savaşçılardan oluşan devşirme SMO yapısı üzerinden yürütülecek faaliyetlerin Türkiye için bir meşruiyet tartışmasına dönüşmesi kaçınılmaz olacaktır.
Birkaç gün önce Münbiç ve Tişrin barajı civarında yaşanan çatışmalar için Milli Savunma Bakanlığı (MSB) bir açıklama yaptı. 26 Aralık tarihli açıklamada; “Menbiç'in ve Tışrin Barajının "tamamının" Suriye Milli Ordusu (SMO) oluşumunun kontrolünde olduğunu”, "terör örgütü tarafından bu bölgelerde ilerleme kaydedildiğine dair açıklamaların sahadaki gerçeklikle ilişkisi yoktur" denilerek Türkiye’nin pozisyonu açıkça ifade edilmektedir.
MSB’nin yaptığı açıklama, İngiltere merkezli Suriye İnsan Hakları Gözlemevinin (SOHR) 24 Aralık'ta yaptığı ”Tişrin Barajı ve çevresinin, SDG ve ona bağlı "Menbiç Askeri Konseyi" kontrolüne geçtiğini” açıklamasına yanıt niteliğinde olduğu anlaşılıyor
Halen Suriye’de dağınık bir Kürt muhalefeti var. SDG muhalefetin lokomotifi olmaya devam ederken Mesut Barzani’ye (KDP) yakınlığıyla bilinen Kürt Ulusal Konseyi de (ENKS) muhalefetin önemli bir parçasını oluşturuyor. İki grubun uzlaşmasını sağlamak amacıyla daha önce başlatılan girişimlerden sonuç alınamamıştı. Geçen hafta ABD ve Fransa’nın girişimiyle PYD ve ENKS’nin yeniden bir araya gelmesi sağlandı ve bu toplantının olumlu sonuçlandığı açıklandı. PYD’nin Mazlum Kobani, ENKS’nin ise daha geniş katılımlı olarak temsil edildiği toplantı sonrasında ENKS sözcüsü Feysel Yusuf yaptığı açıklamada, görüşmelerin olumlu geçtiği ve devam ettirilmesine karar verildiğini, Şam’da yapılması planlanan ulusal kongreye Kürt muhalefetin birlikte katılma kararı alındığını açıkladı.
Amerika’nın Kürt muhalefetine rehberlik etmesi konusunda Türkiye’ye telkinde ve öneride bulunduğu, Türkiye’nin ise bu önerilere pozitif yaklaşmadığı kulis bilgisi olarak paylaşılıyor.
Türkiye’nin bu misyondan uzak durmasıyla alandaki boşluk bizzat Amerika ve Fransa tarafından dolduruluyor. Suriye’de 61 yıllık Baas rejiminin yıkılması, yeni diplomatik olanakların oluşmasına da zemin hazırlıyor. Yeni diplomatik olanaklar arasında Türkiye için “Kürtlerin hamisi” misyonu ortada duruyor. Bu misyon hem Türkiye, hem de Kürtler için en iyi seçeneklerden biri, ki Amerika ve Avrupa’nın da bu seçeneğe sıcak baktığı anlaşılıyor. Israrla vurguladığımız gibi bu misyon çok sayıdaki seçenekten sadece biri ve uygulama açısından en realist olanı. Türkiye böyle bir misyon üstlendiğinde Suriye’nin yeni idari yapısının bütünlüğünün de garantörlerinden birine dönüşecektir. Bir ülkede bütünlüğü sağlayan şey, idari yapının merkezi ve yerel yönetimler üzerine inşa edilmesi değil demokrasi zemininde hak ve hukuk temelli olarak yönetilmesidir. Ülke bütünlüğünün sağlamlığı açısından Avrupa’daki en güçlü ülkelerden biri Almanya’dır ve Almanya 16 eyaletten oluşan federal bir cumhuriyettir. Avusturya 9, Belçika 6 federal yapıdan, İsviçre ise 26 kantondan oluşan bir yönetim sistemine sahiptir. Bir ülkenin üniter yapıya sahip olması veya federal sistemle yönetilmesi bütünlük veya ayrışma olarak nitelendirilmemeli. Ülkeyi asıl güçlü kılan özellikle hukuk ve demokrasi konusunda güçlü bir altyapıya sahip olmasıdır.
İsrail tehdidi Türkiye için ne kadar önemli?
Bu konuyu değerlendirmek için öncelikle Devlet Bahçeli’nin 22 Ekim tarihli konuşmasına bakmak gerekir. Bahçeli MHP grup toplantısında yaptığı tarihi konuşmasında şunları söylemişti:
“'…şayet terörist başının tecridi kaldırılırsa, gelsin TBMM DEM Parti Grup Toplantısı'nda konuşsun. Terörün tamamen bittiğini ve örgütün lağvedildiğini haykırsın. Bu dirayet ve kararlılığı gösterirse, 'umut hakkı'nın kullanımıyla ilgili yasal düzenlemenin yapılması ve bundan yararlanmasının önü de ardına kadar açılsın. Ne Kandil ne de Edirne, adres İmralı'dan DEM'e uzansın…”
Anadolu’da şöyle bir söz vardır:
“Bayram değil, seyran değil. Eniştem beni niye öptü?”
Bahçeli’nin konuşmanın merkezine PKK’nin lağvedilmesiyle ilgili talebini koyması son derece ilginç. PKK’nin Türkiye’deki faaliyetlerinin en alt seviyede olduğu son dönemlerde, Türkiye’ye yönelik ciddi bir tehlike varmış gibi bir talepte bulunulmasının arka planında ne olabilir?
Bizim değerlendirmemize göre devletin Abdullah Öcalan’dan şöyle bir talebi var:
“PYD’nin Suriye’deki yeni statünün taraflarından biri olmasını istiyorsan PKK’yi feshetmelisin”. Dolayısıyla Türkiye PYD’nin muhatap alınabilmesini PKK’nin kendisini tasfiye etmesi koşuluna bağlıyor.
Tekrar yukarıdaki sorumuza dönelim; PKK özellikle Türkiye için son dönemlerde bir tehdit olmaktan çıkmışsa “fesih” ısrarının arkasında ne var?
Bu sorunun yanıtını İsrail’in son derece agresif bir tarzda yürüttüğü yayılmacı politikasında aramak gerekir.Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 1 Ekim’deki TBMM açılış toplantısında; “Vadedilmiş topraklar hezeyanıyla hareket eden İsrail yönetiminin, tamamen dini bir fanatizmle Filistin ve Lübnan’da sonra gözünü dikeceği yer, açık söylüyorum, bizim vatan topraklarımız olacaktır. Şu anda bütün hesap bunun üzerinedir…” sözleri Türkiye’nin kaygılarını açıkça ifade etmektedir. Devlet Bahçeli’nin 22 Ekim tarihli konuşmasının arka planını, İsrail’in yayılmacı politikası ve Suriye’de oluşacak yeni statünün olası Kürt-İsrail yakınlaşmasına yönelik kaygılar oluşturabilir.
İmralı ziyareti sonrasında Pervin Buldan ve Sırrı Süreya Önder kamuoyuna ve basına yaptıkları açıklamada Abdullah Öcalan’ın sürece ilişkin görüşleri paylaşılmıştır. 1 sayfalık açıklamada hem Devlet Bahçeli, hem de cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kaygılarının doğru okunduğu görülmektedir.
Öcalan açıklamasında son derece önemli 2 detay yer almakta;
- Detaylardan ilki; devletin İsrail konusundaki kaygıları, incelikli bir hamleyle, ülke ismi verilmeden, “Gazze ve Suriye’de yaşanan hadiseler göstermiştir ki dışarıdan müdahalelerle kangrenleştirilmeye çalışılan bu sorunun çözümü artık ertelenemez bir hal almıştır… denilerek, dolaylı bir yanıt verilmesi,
- İkincisi ise; “Sayın Bahçeli ve Sayın Erdoğan’ın güç verdiği yeni paradigmaya…” diyerek, hem Bahçeli, hem de Erdoğan’ın bir anlamda oluşmuş olan bir paradigmaya sadece güç verdiklerini, dolayısıyla paradigmanın kendileri tarafından oluşturulmadığının ifade edilmesidir. Öcalan’ın bu cümlesindeki diğer önemli bir detay ise, yanında protokol kurallarını iyi bilen TBMM Başkanı Sırrı Süreya Önder olmasına rağmen, cümleye protokol kurallarına aykırı bir şekilde ve bilerek cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ismi yerine Devlet Bahçeli’nin ismiyle başlamasıdır.
Suriye’den gelen ivmeyle ikinci bir çözüm süreci başlayacak görünüyor. Birinci çözüm sürecinin merkezi Diyarbakır’dı. İkinci çözüm sürecinin masası sembolik olarak Kobani’de kurulacaktır. İkinci raund için gonga vuruldu. Öncekinden farklı olarak masada daha fazla oyuncu, daha fazla diplomasi olanağı ve daha farklı bir Erdoğan profili var. Birinci barış sürecinde nispeten devlet kavramına yabancı bir Erdoğan vardı.
Evet, Erdoğan devleti geç tanıdı...
15 Temmuz’un sağladığı olanaklarla, artık daha çok bütünleşmiş ve devleti tanımış bir Erdoğan ile satranç oyuncusu kıvamında stratejiler kurabilen Öcalan’ın önderliğindeki yeni sürecin neler getireceğine tanıklık edeceğiz.
Kaynak:Haber Merkezi
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.