Kayyum kriz yaratır
Ali Abbas YILMAZ/özel
Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Eş Başkanı Fırat Anlı, DBP’li Belediyelere kayyum atanması, Sur’un yeniden yapılandırılması, müfettişlerin belediyelerdeki denetimleri ve hafif raylı sistem projesi hakkında gazetemizin genel yayın yönetmeni İlyas Akengin’e önemli açıklamalarda bulundu.
Belediyelere kayyum atanması durumunda ciddi sıkıntıların yaşanabileceği uyarısında bulunan Anlı, “Kayyum ile ilgili bir gelişme yaşanırsa açıkçası tüm sorunlardan daha büyük, daha derin ve etkileri çok uzun sürecek yeni bir krizin başlangıcı olacaktır. Şehirlerimiz ciddi anlamda tahrip edildi, yıkıma uğradı, ekonomik, sosyal, toplumsal birçok açıdan önemli mağduriyetler yaşadı. Bütün bunların üstüne bir de belediyelere kayyum atanırsa sonuçları çok ağır olacaktır” diye konuştu.
Bir süredir gündemde olan DBP’li belediyelere Kayyım atanması, Sur’un yeniden yapılandırılması, ve hafif raylı sistem projelerinin hangi aşamada olduğunu Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Eş Başkanı Fırat Anlı’ya sorduk.
Bir süredir DBP’li belediyelere Kayyum atanacağı yönünde bir hazırlığın olduğu söyleniyor, bazı gazetelerde bu konuda atılacak adımlar madde madde sıralandı. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz, yasal olarak böyle bir şey mümkün mü?
“Bir başkasının meşruiyetini tartışmaya başlarsanız, kendi meşruluğunuz da tartışılır”
Demokratik bir ülke hukuka olan saygısıyla, bağlılığıyla ölçülür. İkide bir bir takım subjektif değerlendirmelerle, beklentilerle, hukuka karşı böylesine keyfi yaklaşımlar içerisine girerse bir müddet sonra hem ülkenin bir hukuk devleti olduğu iyice tartışmalı hale gelir hem de bu uygulamayı yapanlar kendilerine de bir biçimiyle zemin sunmuş olurlar. Yani, bir başkasının meşruiyetini tartışmaya başlarsanız, kendi meşruluğunuz da tartışılır. Şimdi, hem Cumhurbaşkanlığı yapmış bir insan, bundan dolayı cezaevine girmiş bir insan, ilkelerinden, davasından, demokratik mücadelesinden vazgeçmedi. Doğaldır ki, başkaları da vazgeçmeyeceklerdir. Hani, ‘ben cezaevine girdim ama siyasal mücadelemi sürdürdüm’ diye övünen Cumhurbaşkanı, başkalarında aynı şekilde demokratik, siyasal mücadelelerinden vazgeçmeyeceklerini öngörmek durumundadır. AK Parti hükümetinin ve ondan önce mirasına sahip çıktıkları geçmiş siyasal partilerinin geleneğinde de aslında benzer mağduriyetler vardır. Örneğin Refah Partisinin kapatılmasında var. Merve Kavakçı’nın türbanlı diye parlamentodan atılmasında var. O dönem derin devlet yapılanmasından dolayı şikâyetlerini hepimiz biliyoruz. Yani, bir savcının milletvekillerinin evini bastığını biliyoruz. Yine, türbanlı oldukları için öğrenim haklarından mahrum kalan binlerce, yüz binlerce insan olduğunu biliyoruz. Şimdi bütün bunları yan yana getirdiğimizde en son bu hükümet döneminde Cumhurbaşkanlığı seçiminde, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde geçmişte dikkate alınmamış bir hukuksal gerekçeyle, eski Cumhurbaşkanları için aranmayan bir kıstas, Abdullah Gül’ün seçildiği parlamento kararında getirildi ve 367 gibi bir garabet çıkarıldı. Türkiye Cumhuriyeti mevzuatında olmayan bir garabet çıkarıldı ve sırf Abdullah Gül’ün ya da Adalet ve Kalkınma Partisinin adayının Cumhurbaşkanı olamaması için, o zamanki Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının mütalaası üzerinden böyle bir değerlendirme yapıldı. Ve bu değerlendirme üzerinden de açıkçası Türkiye çok önemli bir siyasal kriz yaşadı. Hepimizin hatırındadır, referanduma götürüldü, Türkiye Cumhuriyeti siyasal tarihinde görülmemiş bir siyasal kriz yaşandı ve Türkiye seçime gitmek zorunda kaldı.
“Eşi benzeri ancak askeri yönetimlerde görülebilecek uygulamalara imza atılıyor”
Özellikle son bir yıldır maalesef, Cumhurbaşkanının ve hükümetin bu konuda Türkiye’de demokratik standartları yükselten, insan haklarına saygılı, Türkiye’de Kürt sorununun demokratik çözümü ve uluslar arası alanda da güçlü, önemli bir ülke olması beklentisi varken, bunun tam aksine Türkiye’yi içine kapatan, Türkiye’de demokrasiyi her geçen gün daha da sıkıntılı hale getiren, insan hakları ve ifade, örgütlenme, basın özgürlüğünde hatta akademik özgürlüklerde çok önemli geri adımların atıldığı görüldü. Yani, eşi benzeri ancak askeri yönetimlerde görülebilecek uygulamalara imza atılıyor. Akademisyenler bir barış imzasından dolayı görevlerinden alınarak linç ediliyor. Ya da bazı basın yayın organlarına bir gecede kayyım atanabiliyor. Hatta çok önemli büyük şirketlere, holdinglere kayyımlar atanarak, muhalefet ya da kendilerinden olmayana yaşam hakkı tanımamanın son noktalarına varan kimi örneklere tanık olduk.
“Kürtler ne yapsın?”
Şimdi, HDP’li milletvekillerinin parlamentodan atılmaya çalışılması, dokunulmazlıklarının kaldırılması açıkçası Türkiye siyaseti açısından son derece kritik bir gelişmeye işaret etmektedir. Yani, Kürtlerin ısrarla Türkiye’de parlamentoda siyaset yapmasını, Türkiye parlamentosu içerisinde yer almaya çalışmasını istemeyen bir anlayış uzunca bir süreden beridir parlamentonun yolunu kapatmak istiyor. İkinci boyutta da yerel yönetimlerde ve belediyelerde de eğer bu temsiliyeti elinden alırsanız, buna da ister kayyım düzenlemesi deyin, isterse de yasaları ve mevzuatı ayaklar altına alarak yeni bir girişimde bulunursanız, o zaman birilerinin şu soruya cevap vermesi gerekir: Kürtler ne yapsın? Yani, parlamentoda siyaset yapamıyorsunuz, yerel yönetimlerde görev alamıyorsunuz, bu hakkınız elinizden alınıyor. Basın yayın, örgütlenme hakkınız elinizden alınıyor. O zaman Kürtler demokratik siyaseti nasıl yapacaklar?
Demokratik siyaset kanalları kapatıldığında Kürtler ne yapacak?
Bütün dünyada en önemli iki mekanizma vardır. Bunlar ya yerel yönetimlerdir, siz yerel yönetimlerde iktidar olursunuz, siyasal düşüncelerinizi uygularsınız, insanlara hizmet edersiniz. Şehirlere hizmet edersiniz. Ya da parlamentoda o ülkenin yasal düzenlemelerine, mevzuatlarına, standartlarına uygun olarak ülkede daha demokratik bir yaşamın sağlanabilmesi için mücadele edersiniz. Bu iki kanal kapandığı zaman, yüz binlerce Kürt genci, milyonlarca Kürt insanı hangi alternatifle demokratik siyasete sempati ile bakacaklar ya da demokratik siyasette yer alma gerekçeleri olacak? Bu çok ciddi bir durumdur.
“Böyle bir tasarruf, sonuçları çok ağır olacak bir tasarruftur”
Kürtler ne olursa olsun Türkiye Cumhuriyeti içinde demokratik haklarını kullanmak, demokratik yol ve yöntemlerle sorunlarını çözmek ve bu konuda da Türkiye’ye örnek olma noktasında uzunca bir süredir mücadele yürütüyorlar. Dört dönemdir yerel yönetimlerde iktidarlar. Ama bu son adım ile birlikte böyle bir gelişme yaşanırsa açıkçası bugüne kadar karşı karşıya kaldığımız tüm sorunlardan daha büyük daha derin ve etkileri çok uzun sürecek yeni bir krizin başlangıcı olacaktır. Zaten şehirlerimiz ciddi anlamda tahrip edildi, yıkıma uğradı, ekonomik, sosyal, toplumsal birçok açıdan önemli mağduriyetler yaşadı. Bütün bunların üstüne bir de belediyelere, yerel yönetimlere yönelik böyle bir tasarruf, sonuçları çok ağır olacak bir tasarruftur.
Kayyım beklentiniz var mı, böyle bir müdahaleyi olası görüyor musunuz?
“Yasal açıdan bunun olabilme koşulları yoktur”
Ben bir hukukçu olarak şunu söyleyeyim, yasal açıdan bunun olabilme koşulları yoktur. Bu çok net, yerel yönetimler yasasını, Büyükşehir Belediye yasasını, il idare kanununu, belediyeler kanununu yıllardan beridir pratiğinde olan biri olarak şunu söyleyeyim, zaten yasalarda gerekli düzenlemeler yapılmıştır. Bütün bu yasaların ötesine geçen, o yasaların öngörmediği, yasalarda yerelin iradesini esas almayan, katılımcılığı reddeden, belediyeyi bir devlet kurumu olarak gören bir anlayışla bakarsanız böyle bir bakış Türkiye’nin tarafı olduğu uluslar arası sözleşmelere de aykırı olmuş olur. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde, Avrupa Birliğinde Türkiye’nin taahhüt ettiği ilerleme raporlarında, Avrupa konseyinde Türkiye’nin imza koyduğu birçok sözleşmede, yerel ve bölgesel yönetimler özerklik şartındaki çekince konulmayan maddelere bile aykırıdır.
“2023, 2071 hedeflerinden bahseden bir ülkeden 1930’lara bir dönüştür”
Nerede olur bu, Saddam’ın Irak’ında olur. Esad’ın Suriye’sinde, Sisi’nin Mısır’ında olur bunlar. Eğer biz o ülkeleri kendimize örnek olarak alıyorsak, o ülkelerin pratiğinden gideceksek elbette ki, yasalar, hukuk, mevzuat, insanlığın 5 yüz yıldır biriktirdiği hukuksal mirası reddetmiş oluruz. Kuvvetler ayrılığı ilkesi dünyada artık 5 yüz yıldır üzerinde tartışma olmayan bir kuraldır. Siz, yargıyı, yasamayı ve yürütmeyi tek elde toplarsanız, hele hele demokratik katılım mekanizmalarından en önemlisi olan ve dünyanın en çok ilgi gösterdiği yerel yönetimlere bir memuru atam gibi, hatta ne olduğu da açıkça bilinmeyen birini atamayı düşünürseniz bu şu anlama gelir; 1930’ların Türkiye’sine geri dönüş demektir. Bu, 2023, 2071 hedeflerinden bahseden bir ülkeden 1930’lara bir dönüştür. Bu milli şef geleneğidir. Şuan ki siyasal iktidarın çok eleştirdiği milli şef döneminde de CHP il başkanı hem Vali, hem belediye başkanı ve tümü tek kişide buluşabilen bir görevdi. Bugün de o zaman buna geri dönüş yapıyoruz demektir. Ben teknik olarak böyle bir şeyin olabilme ihtimalinin olamayacağını biliyorum. Ama buna rağmen maalesef ki, son dönem pratiklerini göz önüne aldığımızda, son dönem atılan adımlara baktığımızda şuan Ankara’da bir akıl tutulması var. Demokrasiye, insan haklarına, özgürlüklere karşı inanılmaz bir negatif refleks var. Bunları göz önüne getirdiğimizde maalesef Ankara böylesine hukuksuz bir işlemi de gerçekleştirebilir.
Kayyıma da konu olan iddialar var, belediyenin iş makinelerinin hendeklerin kazılmasında kullanıldığı vs… Başbakan Binali Yıldırım da Diyarbakır’daki konuşmasında bunu dile getirdi. Bu iddialarla ilgili neler söylemek istersiniz?
“Yetmiyorsa, Avrupa Birliğinden, Birleşmiş Milletlerden, müfettiş istensin”
Şunu açık ve net bir şekilde söyleyeyim, bu konuda elinde bir bilgi, belge olan varsa, bunu göstersin. Bugüne kadar belediyemize gelmeyen, incelemede bulunmayan müfettiş kalmadı. Yeni bir müfettiş heyeti de şuan belediyemizde incelemelerde bulunmaktadır. Bunlar da yetmiyorsa, Avrupa Birliğinden, Birleşmiş Milletlerden, Türkiye’nin taraf olduğu başka başka kurumlardan müfettiş istensin. Çünkü Türkiye’deki müfettişlerin incelemelerinde bir şey çıkmadı. Hani, zerre-i miskal kadar bir usulsüzlük tespit olsaydı, inanın ki, ne savcılık ne Valilik ne de İçişleri Bakanlığı bunu görmezden gelmezdi. Ve bir yerde bu onlara karşı da bir saygısızlık, haksızlıktır. Bu durum, bu kadar müfettişe, savcıya, bu işi yürüten mekanizmalara karşı yapılmış bir saygısızlıktır. Defalarca yapılan incelemelerin sonuçları aynı neticeye vardı.
“İddia sahibi iddiasını ispat etmek durumundadır”
Türkiye kamuoyu şunu çok net bir şekilde bilmek durumundadır, Türkiye’nin batısında maalesef insanlar buna inanıyor. Bir ülkenin Cumhurbaşkanı, Başbakanı, Bakanı her gün televizyonlara çıkıp saatlerce canlı yayında bunu söylediği zaman bu ülkenin yurttaşları buna inanmak durumundadır. Yani, bir ülkenin Cumhurbaşkanı, Başbakanı yalan atamaz. Ama Mecelle’den gelen bir kural da var, ‘Kişi müddeiyi ispatla yükümlüdür’, iddia sahibi iddiasını ispat etmek durumundadır. Şimdi, biz bu iddiaları yapmadığımızı nasıl ispat edeceğiz. Çok klişe bir örnek olacak ama bu şuna benzemektedir; Kurt’un kuzuyu yemek için kendine bahane yaratması gibidir. Biz suyun kaynağında değiliz, suyun kaynağında Kurt var ama suyunu bulandırdığımız için Kurt bizi yemek istiyor. Bunlara hiç gerek yoktur. Bizler daha önce de yargılanmışız, şuanda da hakkımızda yargılamalar devam ediyor. Bu yargılamaların tamamı da düşünce ve ifade özgürlüğünden, siyasal mücadelemizden, kaynaklıdır. Bu yargılamaların tamamı halkımızın isteklerine uygun pozisyon almamızdan kaynaklıdır. Bunlardan dolayı yargılandık, yargılasınlar da bizi, bunun da bir minneti yok nihayetinde. Ama yolsuzluktan, ihaleye fesat karıştırmaktan, garip gureba, fakir fukara, yetim edebiyatı yapanlar gibi kör bir kuruşa tamah etmiş olsaydık, inanın ki, sayfa sayfa, günlerce televizyonlarda, basında bunun reklamı yapılırdı.
“En açık belediyecilik anlayışını bizler yapıyoruz”
Biz, çok şükür halkımızın talepleri doğrultusunda iş yapmaktan yargılandık, yargılanıyoruz, bundan dolayı da herhangi bir kaygı taşımadık, taşımıyoruz. Ama bir kez daha söylüyorum, bu belediyenin ve tüm belediyelerimizin kapısı, objektif, tarafsız inceleme yapmak isteyen gazetecilere, medya mensuplarına, mali müşavirlere, muhasebecilere, akademisyenlere, bu konunun uzmanı olan herkese sonuna kadar açıktır. En açık belediyecilik anlayışını bizler yapıyoruz. Yılda 3 kez bütçemizi kent dinamikleriyle tartışıyoruz. Yılın başında, ortasında ve sonunda kent konseyine, sivil toplum bileşenlerine bütçemizi, gerçekleşen rakamlarla, kesinleşmiş bütçe uygulamasıyla ve öncesinde de yapacağımız projelerle ortaklaştırarak paylaşıyoruz.
“Diyarbakır Ankara’yı denetlesin”
Şu konuda imkân verilirse, objektif, tarafsız bir heyetin Diyarbakır’dan Ankara’nın, İstanbul’un ya da onların uygun göreceği her hangi bir belediyeyi de incelemesini istiyorum. Ankara o kadar bizi denetledi ve ortaya koyabildiği bir sayfalık bir şey yok. Biz de denetlemek istiyoruz. Ankara’yı denetlemek istiyoruz, çünkü çok ciddi kamu kaynaklarından yararlanıyorlar. İstanbul’u denetlemek istiyoruz, üçüncü köprüyü, üçüncü havaalanını denetlemek istiyoruz. Denetlemeye açsınlar bunları, çünkü bunlar hepimizin cebinden çıkan paralarla yapılıyor. Örneğin Antalya’daki Ekspo için harcanan paranın gerçek rakamlarını öğrenmek istiyoruz.
“Raylı sisteme engel olmasınlar”
Biz, Cumhurbaşkanının, Başbakanın bir şehirde hafif raylı sistemi, metroyu devreye koyduğunda o şehirde yaşanan keyfi Diyarbakır’da da yaşamak istiyoruz. Buna engel olmasınlar. Cumhurbaşkanı gidip Antalya’da milyar dolarlık metro projesine destek veriyor. Hatta yetişsin diye proje 6 ayda bitiriliyor. Biz niye bu haktan mahrumuz bunu sormak istiyoruz. Hani, sarayın maliyetini sormuyoruz, o başka bir mevzu. Ama bari yerel yönetimlerde neler yapıldı, bizim yaptığımız bir parkla Ankara Büyükşehir Belediyesinin yaptığı bir parkı objektif, tarafsız uzmanlar incelesinler. Kim daha pahallıya yapmış ortaya çıksın.
“Eğer o sandığı tanımazsanız, başkası da yarın sizin çıktığınız sandığı tanımaz”
Bizim şehircilik yaklaşımımızdan ve şehirlere kattığımız anlayıştan çekiniyorlar. Bu kadar üzerimize gelişlerinin bir nedeni de budur. Biz başarısız olsaydık, kötü belediyecilik yapmış olsaydık bu kadar üzerimize gelmezlerdi. Çünkü zaten halkımız bize tepkisini gösterir, cezayı keserdi. Şimdi, % 50 oyla seçildik, geldik, meşruyuz, milli iradeyi tanımak zorundasınız diyenler, sizin aldığınız oylardan çok daha yüksek oy alarak gelmiş kurumlara, kişilere nasıl bu kadar rahat laf söyleyebiliyorsunuz? Unutmayın ki, siz birinin meşruluğunu tartışırsanız, birine atılmış oyları geçersiz sayarsanız, yarın birileri de sizlere verilmiş olan oyları da geçersiz sayabilir. Çok açık ve net söylüyorum, bu kendi dalını kesmektir. Şuanda hükümetin ve Cumhurbaşkanının arkasındaki en büyük meşruluk kaynağı sandıktır. Ama başkası da o sandıktan çıktı. Eğer o sandığı tanımazsanız, başkası da yarın sizin çıktığınız sandığı tanımaz. Biz bunu 2007’de gördük. Parlamentoda seçilmiş bir Cumhurbaşkanını teknik bir gerekçeyle tanımadılar.
“Türkiye’nin geleceğinden, bu gidişatından kaygılıyız”
Biz Türkiye’nin geleceğinden, bu gidişatından kaygılıyız. Bizler gelip geçeriz, siyasal partiler gelip geçer, Cumhurbaşkanları, Başbakanlar, Belediye başkanları gelip geçer. Ama bu geleneğin bu ülkede kalıcı hale gelmesine izin verirsek, korkarım ki, onlarca yıl geleceğimiz ipotek altına alınacaktır. Biz nereye kadar bu tahakkümcü, tekçi, sadece kendi menfaatini koruyan, kollayan anlayışın sürdürülmesine izin vereceğiz. Sıfatlar değişebilir, dün bu işleri üniformalılar yapıyordu, bugün ise takım elbiseliler yapıyor diye buna sessiz kalacağız diye bir şey yok. Yani, seçimle gelmiş olmaları insanların demokrasiyi rafa kaldırmasına, hukuku ayaklar altına almasına asla ve asla gerekçe olamaz, yeterli olamaz. Unutmayalım ki, birçok ülkede seçimlerle işbaşına gelen insanlar o ülkenin sonraki devlet mekanizmasında merkeziyetçi eğilimlerin güçlenmesine sebebiyet verdiler.
Geçtiğimiz günlerde Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ‘Sur Eylem Planı’nı açıkladı. Hükümetin Sur’un yeniden yapılandırılmasında vatandaşlar için öngördüğü 3 seçeneği nasıl değerlendiriyorsunuz ve buna paralel olarak sizin Sur’la ilgili bir planınız, öneriniz var mı?
“Ankara’nın, siyasal iktidarın Sur projesi konusunda net değilim”
Ben bu şehirde yaşayan bir yurttaş olarak, Ankara’nın, siyasal iktidarın Sur projesi konusunda net değilim. Çok açık söylüyorum, değişen başbakanların, bakanların her birisinin söylediği birbiriyle uyumlu değildi. Onun için ortada somut bir Sur projesi olduğu konusunda, şehirdeki herkes kadar ben de kendi payıma ikna değilim ve bu konuda endişeliyim. Görünen birkaç nokta var, birincisi bu abluka kaldırılmak istenmiyor. Sur’daki 4 mahallede 2 Aralık’tan bu yana süren ve dünya tarihinin en uzun sokağa çıkma yasağı olan, GINES rekorlar kitabına girecek olan bir durumla karşı karşıyayız. İkincisi, 22 bin insan, bunlar en yoksul, en çaresiz 22 bin insan geri dönebilecek bir evi, mahallesi olmadığı için kentin birçok mahallesinde yaşamaya gayret ediyor. Ama bu insanların gücü tükenmek üzeredir. Ve anladığımız, Ankara’da bu projeyi yapanlar, bu insanların umudunun, direncinin kırılmasını bekliyorlar ki, orada kendi getirdikleri çözüme, ‘ölümü göstererek sıtmaya razı etme’ razı kılmaya gayret ediyorlar. Ne yapacaklar, işte size Urfa’da, Mardin’de, İstanbul’da ev verelim, bunu kabul ettiklerinde belki o evler de verilmeyecek onu da söyleyeyim. Bu devletin verdiği birçok sözün ne kadar güvenilir olduğu noktasında maalesef tarih çok çok kötü örneklerle doludur.
Sur için tüm bileşenlerin işbirliği şart
Bu açıdan Sur’a yönelik bizim birinci önceliğimiz, bu 22 bin insanın geri dönebileceği koşulların sağlanmasıdır. İkincisi, Sur’da yaşayan, Sur’da oturan ya da Sur’da geçimini sağlayan, esnaflık yapan insanlar Sur’un geleceğine karar vermek durumundadır. Biz ne belediye olarak ne Valilik ne Ankara ne de herhangi bir başka yapının tek başına Sur hakkında karar vermesinin yanlış ve antidemokratik olacağına inanıyoruz. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi olarak biz bunu yapalım demiyoruz. Bütün şehir dinamikleriyle, uzmanlarla, akademisyenlerle ve Sur’da oturan insanların içinde olduğu bir pozisyonda bunu yapalım diyoruz. Bu açıdan bizim yaklaşımımız, talebimiz ne büyükşehir belediyesini öteleyerek, görmezden gelerek, Sur belediyesini katmayarak ne de Ankara’daki kurumları dıştalayarak bu sorunu çözelim gibi bir anlayış, tutum değildir. Yerel kurumlar, STK’lar, kamu kurumları, uzmanlar, akademisyenler, yurttaşlar işbirliği yapmak zorundadır. Biz ilk günden beri bunu ifade ettik. Bakanlıktan da bu konuda defalarca randevu talebinde bulunduk. Diyarbakır’da kurulan Sur yaşatma Platformunun da bu konuda son derece açık, net bir deklarasyonu oldu. Bu deklarasyonda da iki husus öne çıktı. Birincisi Sur’a bu şekilde bir müdahaleyi doğru bulmadıkları, ikincisi ise bütün bileşenlerle birlikte bu sürecin yürütülmesi gerektiği ifade edildi. Biz halen aynı tutumumuzu sürdürüyoruz. Ankara’nın mutlak suretle bu büyük travmanın, yıkımın, enkazın kaldırılması ve insanların normal bir yaşama döndürülmesinde objektif açıdan katkı sunması gerekiyor. Ankara’nın bu konuda sorumluluğu var ve vatandaşların zararlarının tazmin edilmesi, mağduriyetlerinin giderilmesi gerekiyor. Diyarbakır Suriçi bölgesi yeniden ticari, sosyal yaşamın canlandığı bir merkez haline gelmelidir. Bu konuda biz de, Sur belediyesi de STK’lar da üzerimize düşeni yapmalıyız ama Ankara da Bakanlık da bu konuda ciddi adımlar atmalı, ciddi açıdan bir tazmin sorumluluğunu yerine getirmelidir.
Hükümetten bağımsız olarak Sur için bir çalışmanız var mı?
“Kamulaştırmaya karşı değiliz, önemli olan işlevinin kamusal olmasıdır”
Uzunca bir süreden beridir aslında UNESCO süreci sayesinde biz Sur’u çalışıyorduk. Sur’un yeniden iyileştirilmesi çalışması kapsamında, çünkü Sur’un eski haliyle olduğu gibi kalması noktasında da hepimizin bir araya gelerek bir tartışma yapması lazım. Sur’da 5-6 katlı binalar var ve binalar Sur’un Koruma amaçlı İmar Planına da Sur’un Sit alanı olmasına da aykırıdır. Buraların mutlaka elden geçmesi lazımdır. İkincisi, Sur’da bazı tescilli yapılar var ve bunlar yıkılma riski altındadır, kimi yapılar ise yıkılmış ve restore edilmeye ihtiyaç vardır. Büyükşehir Belediyesi olarak 2 yıldır 93 tane tescilli yapının kamulaştırılıp restore edilip tekrardan eski haline getirilmesi için bir çalışma yapıyoruz. Bunların bir kısmını da belli bir noktaya getirmiş bulunuyoruz. Biz kamulaştırmaya karşı değiliz, önemli olan işlevinin kamusal olmasıdır ve kamulaştırma adı altında Ankaralılaşmamalı, devletleşmemelidir. Diyarbakır belediyesine ait bir binayı, Cemil Paşa kent müzesini, Sırp Gregors Kilisesini, Ulu Cami ya da ona benzer tarihi yapıları kamulaştırmaya gerek var mı, onlar zaten kamunundur. Sahibinin olmadığı ya da sahibinin kendi mülkünü gerçek anlamda restore etme olanakları olmadığı durumlarda tabii ki kamu olarak bizler devreye girmeliyiz. İster yerel yönetimler, isterse de başka kurumlar bu restorasyonu yapmalıdır.
“Tek bir kimliğin öne çıkarılmasından kaçınmak gerekiyor”
Biz Büyükşehir olarak Sur’un şuan öngörülen nüfus rakamına ulaşıldığını düşünüyoruz. Daha önce 100 bini geçen bir nüfustan bugün Sur’da TÜİK rakamları ile 55 civarında bir nüfus var. Bu nüfus makul bir nüfustur. Bunu daha çok aşağıya çekmeye gerek olmadığını düşünüyoruz, çünkü Koruma amaçlı İmar Planı, yani kişi başına düşen metrekareler, donatı alanları düşünülerek hazırlanmış. İçinde sağlık, eğitim, inanç merkezlerinin olduğu planda 50 ila 55 bin kişilik bir nüfusun Sur’da yaşaması gerektiği önerilmiş. Onun için yapılması gereken, bu dört mahallede tekrardan insanların Koruma Amaçlı İmar Planına uygun bir şekilde evlerine dönmelerini sağlamaktır. Büyükşehir Belediyesi olarak biz de bu konuda üzerimize düşen her türlü sorululuğu yerine getirmeye hazırız. İkincisi, husus ise tarihi tescilli yapıların mutlak suretle restorasyonunun yapılması ve tekrardan işlevlerine uygun olarak kullanımının sağlanmasıdır. Üçüncüsü, kentin turizm potansiyeli açısından en önemli merkezi olan Sur’un ki, dünya mirasına girmiş tek örnektir, tekrardan bu niteliğine uygun bir hale getirilmesidir. Dördüncüsü, 33 medeniyetin simgeleştiği bir alan dediğimiz Sur’un, tüm bu medeniyetlere, inançlara, kimliklere ait yapıların, dokunun Sur’da korunması lazım. Tek bir kimliğin öne çıkarılmasından kaçınmak gerekiyor. Sur’la ilgili bizim ana çerçevemiz bu ve bugüne kadar da Sur’daki esnafların, insanların kırılan kapılarının, ince sıvalarının, küçük restorelerinin tamamını Büyükşehir ve Sur belediyesi olarak iz yaptık. Halen de insanlarımıza her türlü, kira yardımından tutalım, normal hayatlarını sürdürmelerine dönük çaba ve katkımızı sürdürüyoruz. Tabii ki, bunun yeterli olduğunu söylemiyoruz ama bu konuda yerel yönetimlerin de son derece önemli bir çaba içerisinde olduğunun bilinmesi, görülmesi gerektiğini ifade etmek isterim.
Sur’un Koruma Amaçlı İmar Planının hazırlanmasında Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile birlikte çalıştınız ancak geçtiğimiz günlerde ‘Sur Eylem Planı’ açıklandı ve siz davet edilmediniz. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
“Belediyesiz yürüyeceğiniz bir durum, sistem yok”
Bu sürecin en başında biz Ankara’da Bakanlıktan defalarca randevu istedik ama bize randevu verilmedi. Onun ötesinde Diyarbakır’a gelen hiçbir devlet yetkilisi bizimle görüşme gereği duymadı. Toplantılarına da çalışmalarına da davet edilmedik. Hele hele en son Samsun Büyükşehir Belediye Başkanının şehrimize gelmesi, tarihi kentler birliği başkanı olarak Diyarbakır’da böyle bir etkinliğe gelmesi ve onun başkan vekili olan Diyarbakır Büyükşehir belediyesinin çağrılmamış olması, Sur Belediyesi onun kurucularından olan bir belediyedir, onun çağrılmaması hakikatten sözün bittiği noktadır. Keşke Samsun Büyükşehir Belediyesi Başkanı bizi ziyaret etseydi. Keşke bizi aratsaydı, deseydi ki, böyle bir gündem için geliyorum. En azından bir belediye başkanı olarak biz kendisini karşılardık, kendisinin şehrimize gelmesinden duyduğumuz memnuniyeti ifade ederdik. Belki, böylesi bir girişime, diyaloga da zemin olurdu, katkı sunardı. Ama biz basından izledik, Samsun Büyükşehir Belediyesi Başkanı taa Karadeniz’den buraya geliyor ve 200 metre ötedeki belediyelerimiz buna dahil edilmiyor. Tabii ki, bu tür şeyler bizi incitiyor, sivil toplum örgütlerini de incitiyor. Bu durum sivil toplum örgütlerinde de açıkçası bir zorlanmaya dönüyor. Yerel yönetimlerin, belediyenin içinde olmadığı bir çalışmayı nereye kadar sürdüreceksiniz? Bunun gerçek anlamda sürdürülebilirliği yoktur. Altyapı yapacağız diyorlar, içme suyu, kanalizasyon vs… bunlar belediyenin görevidir. Yolların yapımı, tarihi tescilli yapıların restorasyonu bütün bunlar belediyenin görevidir. Yani, belediyesiz yürüyeceğiniz bir durum, sistem yok.
“Bunlar, dışlayarak, ötekileştirerek sonuç alınacak işler değildir”
Biz, tekrardan talebimizi yineliyoruz; bunlar, dışlayarak, ötekileştirerek sonuç alınacak işler değildir. Kendileri bu kadar dışlanmış, ötekileştirilmiş, uzun süre bir Cumhurbaşkanı eşi türbanlıdır diye devlet protokolüne alınmamış, kendi yaşadığı köşkte devlet etkinliğine katılamamış insanların bunu bu kadar rahat yapıyor olması insanı endişeye sevk ettiriyor.
Hafif raylı sistemden bahsettiniz, bu projenin akıbeti ne oldu?
“Bütün bir şehir cezalandırılıyor”
Bu proje bir buçuk yıldır Ankara’dan onay bekliyor. Dünya bankası bu projeye para, kredi vermek istiyor ancak İller Bankası ve Bakanlıkta bu proje ile ilgili imzalar atılmadığı için bu proje bir buçuk yıldır bekliyor. Diyarbakır’da AK Partiye, CHP’ye, MHP’ye oy vermiş insanlar dahil herkes cezalandırılıyor. Yani, bir tek bizler cezalandırılmıyoruz, bütün bir şehir cezalandırılıyor. Biz kimseden de minnet etmiyoruz, Ulaştırma Bakanlığından, Başbakandan, Cumhurbaşkanından şöyle bir talebimiz de yok. Gelin bütün bu çalışmayı kamu imkânlarıyla yapın, şehrimize kazandırın da demiyoruz. Keşke yapsalar, keşke bir çılgın projeyi de Diyarbakır için açıklasalar. İstanbul’a, İzmir’e açıkladıkları çılgın proje gibi projeyi, hani çılgın da olmasın makul bir projeyi de Diyarbakır için açıklasınlar. Diyarbakır’a hafif raylı sistem Türkiye Cumhuriyeti bütçesi, merkez bankası, hazine için bir çerez parasıdır. Biz buna rağmen diyoruz ki, belediye olarak kredi alalım. Hibe değil kredi alalım diyoruz, buna bile izin verilmiyor.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.